Aotearoa Yeni Zelanda: "Süt ve Bal Diyarı"* Bir Efsane mi?
On dokuzuncu yüzyıldaki sömürgeleşme sürecinden itibaren Aotearoa Yeni Zelanda, doğal bolluk ve sınırsız fırsatlar vaat eden bir “süt ve bal diyarı” mitiyle bezendi. Günümüzde ise, uçsuz bucaksız meraları, modern çiftlikleri ve tarımsal ihracatın ulusal ekonomi üzerindeki belirleyici ağırlığıyla bu metafor neredeyse somut bir gerçeğe dönüşmüş durumda. Peki bu görkemli vaat, ülkenin sosyoekonomik gerçekliğiyle ne ölçüde örtüşüyor?
Medyada yer alan “açlık çeken çocuk” temsilleri, pek çok Yeni Zelandalıda yoksulluğu yalnızca uzaklardaki “gelişmemiş” coğrafyalara özgü bir sorun olarak algılamalarına yol açmaktadır. Bu algının gölgesinde kalan ve mücadele eden bireylerse, zengin bir ülkede yaşamaları nedeniyle “şanslı” addedilerek, “kendi kendilerine çıkış yolu bulabilecekleri” varsayılarak eleştirilmektedir. Böylelikle, yoksul bireyler daha az yardım ve şefkat hak eden kişiler olarak tasvir edilmektedir. Oysa resmi veriler ve uzman analizleri, Māori ve Pasifik kökenli topluluklar başta olmak üzere yaygınlaşan “göreli yoksulluk” olgusunun ülkenin temellerini aşındırdığına dikkat çekmektedir. Geleneksel mutlak yoksulluk tanımlarının ötesine geçen bu kriz, sistematik fırsat eşitsizliklerinin ve toplumsal dışlanma mekanizmalarının görünmez duvarlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu çalışma, Aotearoa Yeni Zelanda’nın parlak küresel imajının ardındaki yapısal çatlakları, güncel raporlar ve akademik perspektifler eşliğinde mercek altına almaktadır.
Servet Dağılımının Anatomisi
Allianz 2025 Küresel Refah Raporu’na göre Aotearoa Yeni Zelanda, kişi başına düşen 302.900,00 € net finansal varlığıyla dünyanın en zengin beşinci ülkesi konumundadır. Ancak bu hesaba gayrimenkul değerleri dahil edilmediğinde kişi başı net servet %56 azalarak 133.030,00 €'ya düşmekte ve ülke sıralaması sekizinci basamağa gerilemektedir. Buna ek olarak, konut ve arazi gibi sabit varlıkların toplam hanehalkı varlıkları içindeki payının 2021-2024 arasında %43'ten %48'e yükselmesi, ekonominin gayrimenkul sektörüne olan yapısal bağımlılığında artışa işaret etmektedir. Dolayısıyla, Yeni Zelanda ekonomisinin gerçek sağlığını anlamak için emlak kaynaklı riskleri ve servetin bileşimini dikkate alan daha nüanslı değerlendirmeler gereklidir.
Oxfam’ın 2022 çalışmasına göre Aotearoa Yeni Zelanda, adil servet dağılımı açısından 161 ülke arasında 136. sırada yer almaktadır. İstatistiksel dağılım servet konsantrasyonunun boyutlarını daha da netleştirmektedir. Stats NZ verilerine göre, en zengin %20'lik dilim toplam hanehalkı servetinin üçte ikisini kontrol etmektedir. Servetin demografik dağılımı ise, ülkenin sosyal dokusundaki derin eşitsizlikleri daha açık hale getirmektedir. En genç yetişkinlerin (15-24 yaş) ortalama net servetleri 4.000,00 NZ$ seviyesindeyken, en yaşlı yetişkinlerde (75 yaş ve üstü) bu rakam 590.000,00 NZ$'ye ulaşmaktadır. Etnik temeldeki eşitsizlik ise en az kuşaklar arası uçurum kadar dikkate değer; Avrupa kökenlilerde 222.000,00 NZ$ olan ortalama net servet, Māori nüfusunda 52.000,00 NZ$'ye, Pasifik topluluklarında ise 26.000,00 NZ$'ye kadar gerilemektedir.
Servetin üstteki çok küçük bir grupta yoğunlaşması, eşitsizliğin boyutlarını daha da görünür kılmaktadır. Sosyolog Bruce Curtis ve Antropolog Marko Galic'in derlediği 2013 Credit Suisse Küresel Servet Veritabanı analizine göre, toplam servetin %25’ine sahip olan %1’lik dilimdeki 44.000 Yeni Zelandalı, en alt %70'lik dilimi oluşturan 3 milyon Yeni Zelandalıdan daha fazla servete sahipti. 2024 yılı itibarıyla ise, en zengin %1'lik dilimdeki bir bireyin ortalama serveti 7,2 milyon NZ$'a, bir hanenin ortalama serveti ise 11,5 milyon NZ$'a ulaştı. Finansal danışmanlık firması Infometrics’in ekonomisti Brad Olsen'ın vurguladığı üzere, “En zengin %1'lik hanelerin ortalama serveti, ülke ortalamasının 22 katına çıkmış durumda,” ve “en zengin %50'lik kesim toplam servetin %93'ünü kontrol ediyor.”
Bu çarpıcı eşitsizlik manzarası, Aotearoa Yeni Zelanda'nın “süt ve bal diyarı” imajını gölgelemekte ve bireyleri sistemin neresinde konumlandırdıklarını sorgulamalarına yol açmaktadır. Ödüllü gazeteci Rebecca Macfie, Ekim 2025'te RNZ'ye yaptığı bir açıklamada şu tespitte bulundu: “Bir sistemin adaletsiz olduğunu bilmek bir şeydir; o sistemin içinde kendinizin nerede durduğunu tespit etmeye çalışmak ise başka bir meseledir.” Bu kişisel ve toplumsal hesaplaşma, Aotearoa Yeni Zelanda'nın günümüzdeki servet dağılımının ardındaki tarihsel süreçleri anlamayı zorunlu kılmaktadır.
Refahın Gölgedeki Tarihi
Aotearoa Yeni Zelanda'da günümüz servet dağılımındaki gözlemlenen derin eşitsizliklerin kökleri, on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen sistematik toprak ilhakına dayanmaktadır. Bu süreç, Marksist literatürde ilkel birikim süreci (primitive accumulation) olarak kavramsallaştırılan yöntemle; yani kolektif mülkiyetteki toprak ve kaynakların özel mülkiyet ilişkileri içine aktarılmasıyla karakterize edilen bir dönüşümü ifade eder. Söz konusu dönüşüm, yalnızca ekonomik bir yeniden yapılanma değil, aynı zamanda sömürgeci bir iktidar projesi olarak, Māori topluluklarının toplumsal, kültürel ve ekonomik temellerini köklü biçimde sarsmıştır. Ülkenin bugünkü neoliberal ekonomi-politik yapısının zeminini oluşturan bu tarihsel dönem, Māori ile Pākehā** arasında nesiller boyu sürecek servet ve fırsat eşitsizliğini kurumsallaştıran bir dinamik yaratmıştır.
Aotearoa’ya ilk etapta fok ve balina avcıları olarak gelenler, kısa süre içinde ülkenin iklim koşullarının yıl boyu yemyeşil otlaklar sunduğunu ve bu sayede yün ve etin (ve daha sonra süt ürünlerinin) toprak dışında önemli bir kaynağa ihtiyaç duymadan üretilebileceğini fark etmişlerdi. Bu farkındalık, Māori topluluklarının topraklarından koparılması yönünde sistematik girişimlerin başlamasına zemin hazırlamıştır. Özellikle Te Waipounamu (Güney Ada) bölgesinde Māori direnişinin görece zayıf olduğu alanlarda, dönemin önde gelen kolonyal figürleri William Rhodes ve Johnny Jones milyonlarca dönüm araziyi fiilen işgal ederek geniş ölçekli mülkler tesis etmişlerdir. Sayıca sınırlı olan Māori nüfusu, dışarıdan gelen ateşli silahların yanı sıra Avrupalıların getirdiği bulaşıcı hastalıklar nedeniyle ciddi demografik kayıplar yaşamış; bu durum, ülke genelindeki kabilelerin (iwi) sömürgeci yayılmaya karşı direncini önemli ölçüde zayıflatmıştır.
Sömürgeci Britanya yönetimi bu toprak gaspını hukuksal bir çerçeveye oturtma çabasıyla, 1840 yılında Waitangi Antlaşması’nı (Te Tiriti o Waitangi) yürürlüğe koymuştur. Aotearoa Yeni Zelanda’nın kurucu belgesi olarak kabul edilen antlaşmanın Māorice metninin birinci maddesine göre Māoriler İngilizlere “kawanatanga” yani yönetim hakkını verirken, İngilizce metninde Māoriler “sovereignty” yani egemenliklerini devretmiş olarak ifade edilmektedir. Māorice metnin ikinci maddesinde, kabilelerin toprakları ve taonga (kültürel miras ve değerli kaynaklar) üzerindeki her zaman sahip oldukları otoriteyi koruyacaklarını ifade etmek için “rangatiratanga” kelimesi kullanırken, İngilizce metinde Taç, Māorilere toprakları, ormanları ve balık hakları dahil mülklerini istedikleri sürece kesintisiz olarak ellerinde tutma garantisi vererek “possession” yani mülkiyet haklarını vurgulamaktadır. Māorice metnin üçüncü maddesinde Taç, Māorilere İngiltere halkı ile aynı vatandaşlık hak ve sorumluluklarını vereceğini kabul ederken, İngilizce metin Taç, Māorilere kraliyet korumasının avantajlarını ve tam vatandaşlık haklarını vaat etmektedir.
Te Ika-a-Māui (Kuzey Ada) üzerinde, özellikle Taranaki ve Waikato bölgelerinde, bazı Māori toplulukları Waitangi Antlaşması’nı imzalamayı reddetmiş veya topraklarını Taç’a devretme ya da kiralama konusunda ciddi çekinceler göstermiştir. 1840-1860 döneminde Avrupalı sömürgecilerin sayısının yaklaşık iki binden seksen bine yükselmesiyle birlikte artan toprak talebi, Māori topluluklarının geleneksel yaşam alanlarından sistematik biçimde uzaklaştırılmasına ve kabilelerin kolektif mülkiyetini zayıflatan bir dizi yasal ve idari düzenlemenin uygulanmasına yol açmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan gerilimler, 1860’larda Taranaki’de patlak veren çatışmaların öncüsü olmuş ve 1880’lere kadar süren Yeni Zelanda Savaşları ile devam etmiştir. Bu süreçte, 1863 yılında yürürlüğe giren İsyanı Bastırma Yasası (Suppression of Rebellion Act), Taç’ın otoritesine karşı çıktığı düşünülen Māorileri ölüm, uzun süreli hapis veya başka cezai uygulamalarla muamele etmesine olanak tanımıştır. Aynı yıl yürürlüğe giren Yeni Zelanda Yerleşimleri Yasası (New Zealand Settlements Act) ise isyancı Māori kabilelerinin topraklarının toplu biçimde ele geçirilmesini yasal çerçeveye oturtmuştur. Bu yasal düzenlemeler, kolonizasyonun güçlendirilmesi ve Māori toprak mülkiyetinin parçalanması sürecinde merkezi bir rol oynamıştır.
Toprak devrini kalıcı kılan en belirleyici mekanizma, 1865 yılında kurulan Yerli Toprak Mahkemesi (Native Land Court) olmuştur. Bu mahkeme, kolektif Māori toprak mülkiyetini bireysel Māori mülkiyetine dönüştürerek, söz konusu toprakların sömürgeci nüfusa satışını kolaylaştırmak üzere tasarlanmıştır. Mahkeme sistemi, yapısal bir eşitsizlik yaratmış ve Māori topluluklarını ekonomik açıdan zayıflatmıştır. Toprak tapusu alabildiği için ayrıcalıklı konuma yükselen sınırlı sayıdaki Māori, geniş kabile (iwi veya hapū) çıkarlarını temsil etme yükümlülüğünden bağımsız olarak, avukatlar, tefeciler ve arazi simsarlarının oluşturduğu bir ağın borç kıskacına girmiştir. Bu uygulamalar sonucunda, 1861-1891 arasında Kuzey Adası’ndaki Māori toprak mülkiyeti 22 milyon dönümden 11 milyon dönüme, yani yaklaşık %80’den %40’a düşmüştür. Bu kaybın yalnızca altıda biri doğrudan zorla el koyma yoluyla gerçekleşmiş, geri kalan kısmı ise borçlandırma ve “gönüllü” satış mekanizmaları aracılığıyla tamamlanmıştır.
1891-1912 döneminde, Liberal Hükümet politikaları çerçevesinde 3 milyon dönüm toprak daha Māori mülkiyetinden çıkarılmıştır. Sonuç olarak, yirminci yüzyılın başlarında Kuzey Adası’nda Māori toplulukları tarafından kontrol edilen toprak miktarı adanın yaklaşık üçte biri iken, günümüzde bu oran tüm ülke topraklarının yalnızca %5’ine kadar gerilemiştir. Sömürgecilik, yalnızca toprak kaybıyla sınırlı kalmamış; Māori topluluklarının barınma, beslenme, sağlık, eğitim, istihdam ve adalete erişim gibi temel sosyoekonomik göstergelerde sistematik eşitsizliklerle karşılaşmasının ana kaynağı olmuştur. Bu tarihsel süreç, günümüz Aotearoa Yeni Zelanda’sındaki servet dağılımındaki derin eşitsizliklerin temelini oluşturmakta ve sömürgecilik mirasının uzun vadeli etkilerini göstermektedir.
Göreli Yoksulluk ve Ötesi
“Göreli yoksulluk” kavramı, birey veya hanehalklarının, içinde yaşadıkları toplumun ortanca (medyan) gelir düzeyinin belirli bir oranının altında gelir elde etmeleri durumunu tanımlar. OECD ölçütlerine göre, eşdeğer hanehalkı gelirinin %50’sinin altında kalanlar yoksul sayılırken, Aotearoa Yeni Zelanda’da çocuk yoksulluğu izlenirken bu eşik yasal olarak ortanca gelirin %60’ı olarak kabul edilmektedir. Göreli yoksulluk, mutlak yoksulluktan farklı olarak yalnızca temel yaşam standartlarının karşılanamamasını değil, aynı zamanda toplumsal hayata tam katılımın önündeki engelleri ve sosyal dışlanmayı da ifade eder. Bu yaklaşım, zengin ülkelerdeki yoksunluğun, toplumun genel refah standardı bağlamında değerlendirilmesini sağlar; zira bireyler halihazırda belirli bir gelir düzeyine sahip olsalar da “ortalama yaşam tarzını” sürdürebilmek için gerekli kaynaklardan yoksun kalırlar ve eğitim, kültürel etkinlikler, sağlık hizmetleri veya sosyal ve politik katılım gibi alanlarda dezavantajlı konuma düşerler. Ayrıca göreli yoksulluk dinamik bir kavramdır; toplumun refahı arttıkça, geçerli yaşam standartları da yükselir ve bu da göreli yoksulluğun tanımını etkiler. Bu nedenle, göreli yoksulluk yalnızca finansal bir yetersizlik değil, aynı zamanda sosyal dışlanmanın bir göstergesidir ve zengin ülkelerdeki eşitsizlikleri anlamak ve politika geliştirmek açısından kritik bir kavramdır.
Bu bağlamda, Aotearoa Yeni Zelanda’nın nüfus yapısı göreli yoksulluğun toplumsal etkilerini anlamak için önemli bir çerçeve sunmaktadır. Haziran 2025 itibarıyla yaklaşık 5,34 milyon nüfusa sahip olan ülke, belirgin bir etnik çeşitlilik sergilemektedir. Avrupa kökenliler %67, Māoriler %18, Pasifik kökenliler %9, Hint kökenliler %7, Çin kökenliler %6, diğer Asya kökenliler %6 ve Orta Doğu, Güney Amerika ve Afrika kökenliler toplam nüfusun %2'sini oluşturmaktadır. 2023 nüfus sayımına katılanların %15’i kendini birden fazla etnik kökene mensup olarak tanımlamıştır. Nüfusun yaş kompozisyonu, etnik aidiyetlere göre kayda değer varyasyonlar arz etmektedir. Yaş ortalaması Avrupa kökenlilerde 41,8 iken, Māori nüfusta 26,8, Pasifik kökenlilerde 25,1, Asya kökenlilerde 33,7 ve Orta Doğu, Güney Amerika ve Afrika kökenlilerde 32,2’dir.
Bu demografik çeşitlilik içinde, Aotearoa Yeni Zelanda'nın küresel refah göstergelerinin ötesine bakıldığında, sosyoekonomik dokusuna derinlemesine işlemiş sosyoekonomik eşitsizliklerle karşılaşılmaktadır. Özellikle Māori ve Pasifik toplulukları, tarihsel süreçlerden kaynaklanan yapısal dezavantajlar nedeniyle istihdam ve gelir olanaklarına sınırlı erişimle karşı karşıya kalmaktadır. Bu eşitsizlikler, çocuk yoksulluğu oranlarının yüksekliğinden gıda güvensizliğine, konut erişiminde yaşanan krizlerden sağlık ve eğitim hizmetlerine katılımda gözlemlenen uçurumlara kadar geniş bir yelpazede kendini göstermektedir. Aynı zamanda, adalet sistemindeki orantısız temsil, bu toplulukların toplumsal ve politik süreçlerde dezavantajlı konumunu pekiştirmektedir. Bu çerçevede, nüfus grupları arasındaki fırsat farklılıkları, sadece gelir düzeyleriyle sınırlı kalmayıp, yaşamın temel alanlarına erişim ve toplumsal katılım boyutlarında da derinleşmektedir.
Gelir dağılımındaki eşitsizlik, Aotearoa Yeni Zelanda’da temel sosyoekonomik göstergelerle yakından bağlantılıdır. Ülke genelinde yetişkin asgari ücret düzeyi, yaşam maliyetleriyle orantılı bir geçim standardı sağlamaktan uzaktır. 2025 itibarıyla brüt saatlik 23,50 NZ$ olan asgari ücret, yaşam ücreti olarak hesaplanan 28,95 NZ$’ın %23 altındadır. Çocuk Yoksulluğuyla Mücadele Grubu’nun (Child Poverty Action Group – CPAG) raporları, iki çocuklu bir ailenin asgari ücretle haftada 40 saat çalışması durumunda gelir güvenliği eşiğinin altında kaldığını; 2026 itibarıyla haftalık 60 saat çalışmanın bile bu eşiği karşılamaya yetmeyeceğini göstermektedir. CPAG temsilcisi Dr. Harry Yu Shi’nin vurguladığı üzere, “Artık tam zamanlı istihdam veya sosyal yardımlarla desteklenen gelirler dahi ailelerin yoksulluk döngüsünden çıkmasını sağlamaya yetmiyor.” Bu durum, gelir yetersizliğiyle birlikte artan borçlanma eğilimleriyle daha da ağırlaşmaktadır. 2025 yılında hanehalkı borcunun gelire oranı %170’e, gayrisafi yurt içi hasılaya oranı ise %90’a ulaşmıştır. Bu göstergeler, gelir dağılımındaki eşitsizliğin yalnızca ücret düzeylerinde değil, aynı zamanda hanehalklarının ekonomik sürdürülebilirlik kapasitesinde de derin bir yapısal dengesizliğe işaret ettiğini ortaya koymaktadır.
Gelir ve borç göstergeleriyle belirginleşen bu ekonomik kırılganlık tablosu, özellikle Māori nüfus açısından yapısal ve sistematik engellerle kesişmektedir. 2021 verileri doğrultusunda, Māorilerin haftalık ortanca geliri ulusal ortalamanın altında kalmakta ve mesleki ayrışma eşitsizliğin belirgin bir boyutunu oluşturmaktadır. Finans, sağlık gibi sektörlerde ve yönetici ile profesyonel pozisyonlarda Māori temsil oranı düşük kalırken; imalat, inşaat, ulaşım gibi sektörlerde ve işçi ile makine operatörü pozisyonlarında diğer etnik gruplara kıyasla neredeyse iki kat daha yoğun yer almaktadır. Māori sahibi işletmelerde çalışanların %43’ünü Māorilerin oluşturması ve diğer işletmelerde bu oranın %14’te kalması da etnik temelli ekonomik ayrışmanın bir diğer göstergesidir. Eğitimdeki fırsat uçurumu ise bu yapısal eşitsizliğin temel belirleyicilerinden biridir. 25-64 yaş arası Māori nüfusunda lisans veya üstü derecelere sahip olanların oranı %18 iken, genel nüfusta bu oran %35’tir.
Aotearoa Yeni Zelanda, yüksek gelirli ülkeler arasında çocuk yoksulluğunun en yaygın olduğu ülkelerden biri olarak öne çıkmaktadır. 2022 verilerine göre, yaklaşık 187.300 çocuk (%16,3) yoksulluk sınırının altında yaşayan hanelerde ikamet etmekteyken; 2024 verileri, her yedi çocuktan birinin, yani yaklaşık 157.000 çocuğun (%13,4) maddi yoksunluk içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu çocukların %52,6’sını Māori ve Pasifik kökenli çocuklar, %21’ini engelli çocuklar ve %22,6’sını engelli bireylerle aynı hanelerde yaşayan çocuklar oluşturmaktadır. Bu bulgular, gelir düzeyi, etnik köken ve engellilik durumunun çocuk refahı üzerindeki kesişen etkilerini göstermektedir.
Maddi yoksunluk, çocukların hem refah hem de ruh sağlığı üzerinde derin etkiler bırakmaktadır. UNICEF Innocenti’nin “Öngörülemeyen Bir Dünyada Çocuk Refahı” başlıklı 2025 raporuna göre, Aotearoa Yeni Zelanda, incelenen 36 ülke arasında çocuk refahı bakımından 32. sıradadır. Özellikle 15-19 yaş grubunda çocuk intihar oranı, her 100.000 kişi başına 17 vaka ile yüksek gelirli ülkeler ortalamasının yaklaşık üç katına ulaşmakta ve ülkeyi bu açıdan en yüksek orana sahip konuma getirmektedir. Bu kriz, 15-24 yaş grubu Māori gençlerde Māori olmayan akranlarına kıyasla 2,6 kat daha yüksek seyretmektedir. Ayrıca, ülkenin çocukların zorbalığa maruz kalma oranının incelenen ülkeler arasında ikinci sırada yer alması, sosyal dokudaki yapısal sorunların ve çocuk refahı üzerindeki risklerin ciddiyetini göstermektedir.
Gıda güvensizliği, yoksulluğun önemli ve somut bir bileşeni olarak ortaya çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (GTÖ) 2023 verileri, Aotearoa Yeni Zelanda nüfusunun %16,4’ünün, “sağlıklı beslenme için yetersiz para veya kaynak; gıdaya erişimde belirsizlik; ara sıra öğün atlama veya yiyeceğin tükenmesi” olarak tanımlanan orta düzey gıda güvensizliği veya “yiyeceğin tamamen tükenmesi; yıl içinde zaman zaman tam gün yiyeceksiz kalma” olarak tanımlanan yüksek düzey gıda güvensizliği ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Consumer NZ’nin 2024 araştırması, her üç Yeni Zelandalıdan birinin gıda ihtiyacını karşılamak için aile, arkadaş veya gıda bankası gibi sosyal destek mekanizmalarına başvurmak zorunda kaldığını belgelemiştir. Salvation Army’nin 2024 verileri, çocuklar arasında bu oranın %27’ye ulaştığını; Māori topluluklarında her üç, Pasifik kökenli topluluklarda ise her iki çocuktan birinin gıda güvensizliği ile yaşadığını saptamıştır. New Zealand Food Network 2024’ün ikinci yarısında aylık 500.000’den fazla kişiye gıda yardımı sağlarken; Catholic Social Services, Zero Hunger Collective, Red Cross ve Kiwi Harvest gibi kuruluşlar da benzer hizmetlerle bu insani mücadeleye destek ulaştırmaktadır. Bu veriler, yoksulluğun sadece gelir eksikliğiyle değil, gıda gibi temel ihtiyaçlara fiziksel ve ekonomik erişim bağlamında da tanımlanması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Barınma alanında yaşanan kriz, yoksulluk zincirinin bir diğer halkasını oluşturmaktadır. 2023 itibarıyla nüfusun %14’ü yaşanamaz durumda olan konutlarda ikamet ederken, 112.496 kişi (%2,3) ağır konut yoksunluğu nedeniyle sokaklarda yaşamını sürdürmektedir. Bu durumdan en çok etkilenen gruplar, 21-40 yaş arası genç yetişkinler (%62) ile Māori ve Pasifik topluluklarıdır (%61). Aynı dönemde 3.185 çocuklu 1.512 aile acil konutlarda barınmakta ve yaklaşık 20.000 hane devlet konutu için bekleme listesinde yer almaktadır. Evsizlik, kadınları da orantısız biçimde etkilemekte; en az 57.000 kadının barınma güvencesinden yoksun olduğu tahmin edilmektedir. Sokakta yaşayan nüfus, Auckland’ın North Shore gibi en varlıklı semtleri de dahil olmak üzere ülke genelinde gözlemlenmektedir.
Aotearoa Yeni Zelanda’nın epidemiyolojik göstergeleri, sosyoekonomik ve etnik farklılıklarla kesişen sistematik eşitsizlikleri yansıtmaktadır. 2024 verileri ışığında, doğuşta beklenen yaşam süresi Avrupa kökenlilerde 82,8 yıl iken, Māorilerde 75,8 yıla, Pasifik topluluklarında ise 76,9 yıla düşmektedir. Ruh sağlığı göstergeleri de benzer bir tablo sunmaktadır. Yetişkin nüfusun %13’ü yüksek veya çok yüksek düzeyde psikolojik sıkıntı bildirirken, Māori ve Pasifik topluluklarında bu oran sırasıyla %19,5 ve %20’ye yükselmekte; 15-24 yaş aralığındaki genel nüfusta ise %23 olarak kaydedilmektedir. 25-44 yaş grubundaki Māori genç yetişkinlerin intihar oranı (100.000'de 30,2) Māori olmayan akranlarına (100.000'de 11,8) kıyasla 2,6 kat daha yüksektir. Bir Otago Üniversitesi araştırması, Pasifik kökenli yetişkinlerde anavatanlarındaki bireylere kıyasla duygudurum ve anksiyete bozukluklarının oranının yükseldiğini ve Yeni Zelanda'da geçirilen süre arttıkça bu riskin arttığını göstermektedir.
Kronik hastalıklar ve yaşam tarzıyla ilişkili risk faktörleri, bu eşitsizlikleri daha da derinleştirmektedir. 2024 itibariyle, ülkede obezite oranı %33,8 ile OECD ülkeleri arasında en yüksek seviyelerde olup, yoksul bölgelerde bu oran %47,8’e çıkmaktadır. Global Obesity Observatory, obezitenin yetişkin Māori topluluklarında %50’ye ulaştığını, Pasifik topluluklarında ise %60’ı aştığını bildirmektedir. Endemik boyutlara ulaşan obezite, bu topluluklarda diyabet, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalıkların görülme olasılığı belirgin şekilde yüksektir. Madde kullanımı da benzer biçimde etnik ve sosyoekonomik farklılıklar sergilemektedir. Nüfusun %49’unun hayatının bir döneminde esrar, %93’ünün alkol kullandığı; 2024 yılında ise metamfetamin ve kokain tüketiminin önceki yıla göre iki katına çıktığı görülmektedir. Māori nüfusunda amfetamin türevi madde kullanımı Māori olmayanlara kıyasla 2,19 kat, kokain kullanımı ise 2,83 kat daha yüksektir. Bu bulgular, gelir, istihdam, eğitim, gıda güvenliği ve barınmadaki yapısal eşitsizliklerle birleştiğinde, belirli topluluklar için sağlık risklerinin sistematik olarak artığını ortaya koymaktadır.
Aotearoa Yeni Zelanda, 2024 küresel güvenlik endekslerinde dördüncü sırada yer almasına rağmen, kadına yönelik yakın partner şiddeti oranları bakımından gelişmiş ülkeler arasında en yüksek oranlardan birine sahiptir. 2023’te gerçekleştirilen akademik bir çalışma, kadınların %55,8’inin yaşamlarının bir döneminde fiziksel, cinsel veya zorlayıcı şiddete maruz kaldığını; bu oranın Māori kadınlarda %64,6’ya, Avrupa kökenlilerde ise %61,6’ya yükseldiğini arz etmektedir. 2018-2024 döneminde cinsel saldırı suçlarının %89,9’unun bildirilmediği, bildirilenlerin yalnızca %4,2’sinin cezai kovuşturmayla ve %1,2’sinin mahkumiyetle sonuçlandığı belgelenmiştir. Ulusal Ölüm İnceleme Komitesi’nin 2025 raporu, kadın ve kız çocuklarının cinayet kurbanlarının üçte birinden fazlasını oluşturduğunu ve bu ölümlerin %58’inin aile üyeleri tarafından işlendiğini ortaya koymaktadır. Raporda, intihar sonucu yaşamını yitiren annelerin polis şiddet verilerinde orantısız şekilde temsil edildiği, yaşadıkları şiddetin bazılarını bildirmemiş olabileceği, madde bağımlılığı ve doğum sonrası destek hizmetlerinin yetersizliğinin kritik rol oynadığı belirtilmiştir. Auckland Üniversitesi’nden Prof. Mark Henaghan, durumu “büyük ölçüde gizli bir salgın” olarak tanımlamaktadır.
Oxfam’ın 2022 çalışmasına göre işçi hakları açısından 161 ülke arasında 74. sırada konumlanan Aotearoa Yeni Zelanda’nın ekonomisindeki yapısal kırılganlıklar, göçmen işçilere yönelik sömürü mekanizmalarında somutlaşmaktadır. 2000'li yılların başından itibaren düşük ücretli sektörlerdeki –tarım, ormancılık, balıkçılık, konaklama, yiyecek-içecek hizmetleri, ulaşım, inşaat başta olmak üzere– yapısal işgücü açığı, geçici vize programlarıyla desteklenen bir göçmen işgücü bağımlılığı yaratmıştır. 2019 verileri, göçmenlerin toplam işgücü içindeki %7'lik payı ile Yeni Zelanda’yı OECD ülkeleri arasında en yüksek orana sahip ülke konumuna getirmektedir. 2022'de ülkeye giren 154.000 göçmenin 141.000'inin geçici ve mevsimlik işçi olması, sistemi besleyen niceliksel büyümeyi göstermekle birlikte, bir önceki yıla kıyasla %450 artışla 1.018'e ulaşan emek sömürüsü bildirimi, yapısal sorunların derinliğine işaret etmektedir. Bu bildirimlerin yalnızca %10'unun soruşturulması ve 2017-2019 arasında 366 işletmeye getirilen geçici göçmen istihdamı yasağı denetim mekanizmalarının ve yaptırımların caydırıcılık düzeyini sorgulanmaya açık bırakmaktadır. Niteliksel araştırmalar, haftalarca süren ücretsiz deneme süreleri, haftada seksen saati aşan ağır çalışma temposu, asgari ücretin altında ödemeler veya tamamen ücretsiz çalıştırılma, yasal dayanağı olmayan ücret kesintileri, vize statülerinin iptali tehdidi, pasaportlarına el konulması ve psikolojik baskı gibi yaygın ve örgütlü ihlalleri belgelemektedir. Göçmenlerin yerel hukuki haklarına ilişkin bilgi eksikliği ve sınır dışı edilme korkusu gibi faktörler, ihlallerin büyük oranda gizli kalmasına sebep olmaktadır. Bu tablo, kolluk kuvvetlerinin 2024’te üçü köle ticareti, sekizi insan kaçakçılığı ve beşi çocuk sömürüsü olmak üzere 19 soruşturma yürüttüğü bir ortamda, Walk Free'nin Yeni Zelanda’da 8.000 kişinin modern kölelik koşullarında yaşadığına dair tahmini ile örtüşmektedir.
Son olarak, adalet sistemindeki eşitsizlikler, toplumsal dışlanmanın kurumsal boyutuna işaret etmektedir. Haziran 2025 itibarıyla her 100.000 kişide 199 mahkum oranıyla, Aotearoa Yeni Zelanda OECD ortalamasının (147) üzerinde seyretmektedir. Toplam 10.783 mahkumun suç dağılımı, %62 oranla yaralama amaçlı eylemler, cinsel saldırı, hırsızlık ve uyuşturucu suçları ağırlıklıdır. Mahkumların %7,6'sı kadın, %58,7'si ise 20-39 yaş aralığındaki genç yetişkinlerden oluşmaktadır. Etnik dağılım ise ülkenin derin yapısal eşitsizliklerini yansıtmaktadır; mahkumların %52,6'sı Māori, %28,2'si Avrupa kökenli ve %12,2'si Pasifik kökenlidir. Bu orantısız temsil, çocuk ve genç yaş gruplarında daha da belirgindir. 2023-2024'te polisin işlem yaptığı 14-16 yaş grubunda her 10.000 çocuktan 522’si Māori, 203’ü Pasifik ve 179’u Avrupa kökenlidir. Özellikle dikkat çeken bir diğer husus, Nisan 2025'te yürürlüğe giren yeni yasal düzenleme ile “güvenlik riski” teşkil ettiği öne sürülen sığınmacı ve göçmenlerin elektronik izlenmesinin önünün açılmış olmasıdır. Bu cezalandırıcı gözetim teknolojileri, Temmuz ayı itibarıyla sayıca hapishane nüfusuna yaklaşan 6.500 bireye uygulanmaktadır. Aotearoa Yeni Zelanda, kişi başına düşen elektronik izleme oranı bakımından dünyada en yüksek seviyelere ulaşmış durumdadır. Bu tablo, ülkenin küresel “hukukun üstünlüğü” endeksinde 142 ülke arasında 6. sırada yer almasıyla tezat oluşturmakta; adalet sisteminin işleyişinde etnik ve sınıfsal asimetrilerin ne denli derin bir şekilde kurumsallaştığını ortaya koymaktadır.
Tartışma Büyük; Peki Önlem Alınıyor mu?
“Yeni Zelanda’daki yoksulluk sıkça tartışılan, sık sık analiz edilen, ancak yine de geniş ölçüde anlaşılmayan bir olgudur.”
Dr. Bruce Wilkinson
Aotearoa Yeni Zelanda'nın “süt ve bal diyarı” metaforu, tarihsel sömürgecilik mirasının şekillendirdiği mülkiyet ilişkileri ile neoliberal istihdam, eğitim ve sağlık politikalarının kesişiminde oluşan derin bir sosyoekonomik krizle sarsılmaktadır. Ampirik veriler, ülkenin küresel refah, güvenlik ve adalet göstergelerindeki “öncü” konumunun ardında yapısal şiddet, kurumsal ihmalkarlık ve sistematik dışlanma mekanizmalarıyla işleyen bir düzenin gizlendiğini ortaya koymaktadır. Bu analiz, söz konusu düzenin, bireyleri –başta Māori ve Pasifik toplulukları olmak üzere– ekonomik yoksunluk ve temel sosyal haklardan yoksun bırakma yoluyla sömürüye açık hale getiren “kurumsal bir tahakküm sistemi” olarak kavramsallaştırılabileceğini öne sürmektedir.
Bu sistemin epistemolojik temeli, sorunu tanımlayan ve çözümü mümkün kılan kurumsal çerçevenin yokluğunda yatmaktadır. Devletin resmi bir yoksulluk tanımından stratejik olarak kaçınması, yoksulluğun siyasi söylemde göreceli ve muğlak bir kavrama dönüştürülmesine, dolayısıyla etkin politik müdahalenin önünün tıkanmasına hizmet etmektedir. Bu durum, siyasi söylemde yoksulluğun “bireysel sorumluluk” retoriği içinde yeniden çerçevelenmesine olanak tanımakta; tarihsel adaletsizlikler ve yapısal eşitsizlikler sistematik olarak göz ardı edilmektedir. Daha da eleştirel olan, sağlık hakkının anayasal güvence altına alınmamış olması ve çocuk işçiliğinin önlenmesine yönelik ILO’nun 138 No’lu Asgari Yaş Sözleşmesi’ne taraf olunmamasıdır. Bu yasal vakum, devletin sosyal koruma yükümlülüğünü yasal düzeyde zaafa uğratmakta ve vatandaşını piyasa aktörlerinin insafına terk etmektedir. 2018 Çocuk Yoksulluğunu Azaltma Yasası’nın getirdiği yükümlülüklere rağmen okul yemek programı bütçesinde yapılan %62’lik radikal kesinti, yoksullukla mücadelede siyasi iradenin süreklilik arz etmediğinin göstergesidir.
Kurumsal boşluğu tamamlayan unsur, kamusal alanda inşa edilen hegemonik bir rızadır. Auckland Üniversitesi’nden Dr. Louise Humpage’in 2015 kamuoyu araştırmaları üzerine yaptığı analiz, Yeni Zelandalıların giderek yeniden dağıtımcı politikalar yerine vergi indirimlerini ve evrensel refah yerine “hak eden yoksullar”a yönelik hedefli sosyal yardımları tercih ettiğini ortaya koymaktadır. 2022’de, vergi politikaları açısından 161 ülke arasında 91. sırada sıralayan Oxfam da hükümeti vergi düzenlemeleri yapmaya çağırdı. Wellington Victoria Üniversitesi’nden Prof. Philip Morrison’ın gözlemlediği üzere, “eşitsizliğin toplum üzerindeki olumsuz etkilerine dair kanıtlar artsa da, nüfusun yarısından azı gelirlerin daha eşit olması gerektiğine inanmaktadır.” Bu neoliberal dönüşüm, yoksulluğu ahlaki bir başarısızlık olarak çerçeveleyerek yapısal eleştiriyi bertaraf etmekte ve mağdurları suçlu konumuna indirgemektedir. Böylece, yapısal eşitsizlikler kültürel olarak rasyonalize edilmekte, yoksulluğa karşı bir “kabullenmişlik” duygusu yaygınlaşmaktadır.
Peki, bu koşullar altında önlem alınıyor mu? Mevcut politik yanıt, refah devletinin koruyucu işlevlerinden vazgeçilerek bir cezalandırıcı devlet paradigmasının benimsendiğini göstermektedir. Salvation Army'nin acil barınma başvurularının “kendi ihtiyaçlarına kendilerinin sebep olduğu” gerekçesiyle reddindeki %386'lık artış, devletin sosyal koruma yükümlülüğünden bu cezalandırıcı mantığa doğru kaydığının açık bir göstergesidir. Bu eğilim, Adalet Bakanlığı'nın hapishane nüfusunda önümüzdeki on yıl için öngördüğü %36'lık artışla ve Māori ile Pasifik toplulukları üzerindeki orantısız etkiyle daha da derinleşmektedir. Birleşmiş Milletler İşkencenin Önlenmesi Alt Komitesi'nin endişelerine yol açan bu durum, Victoria Üniversitesi'nden Dr. Liam Martin'in de vurguladığı üzere, Yeni Zelanda’da “kara bir kutu” olan hapishane koşullarını anlamak için bağımsız denetimleri “vazgeçilmez” kılmaktadır. Dolayısıyla, yoksulluk ve eşitsizlikle mücadelede yapısal önlemlerin eksikliği, sorunu kaynağında çözmek yerine onu kriminalize eden ve yöneten bir sistemin varlığına işaret etmektedir. Bu da “önlem alınıyor mu?” sorusuna, sorunun köklerine inen anlamlı bir müdahalenin olmadığı yönünde cevap vermektedir.
Bu Bir Modern Kölelik Toplumu mu?
Mevcut politika yaklaşımları, insanları sosyal güvenlik yerine işgücü piyasasına bağlayarak refaha kavuşturmayı hedeflese de ücretli bir işte çalışmak artık Yeni Zelandalıları yoksulluğa karşı korumamakta ve en rasyonel bütçe planlaması dahi yapısal gelir adaletsizliği sorununu çözememektedir. Günümüz Yeni Zelanda’sında yoksulluk, artık sadece uzaklarda bir sorun olmaktan çıkmış, kent yaşamının ortasında, komşuların gizlemeye çalıştığı görünmez bir gerçeklik halini almıştır. Saha çalışmaları, ailelerin yiyecek kıtlığını yönetmek için bilinçli olarak oruç tuttuğunu ve ev içi gıda paylaşımında sürekli çatışmalar yaşandığını ortaya koymaktadır. Bir katılımcının ifadesiyle: “Kendime şunu söylüyorum; tamam, durum bu. Bugün oruç tutacağım, sadece sıvı alacağım... Böylece oğlumun ihtiyaçları için yiyecek saklamış oluyorum.” Bir diğer katılımcı ise: “Evimizde yiyecek, en çok tartışma çıkaran şey; biz ve çocuklarımız arasında sürekli hakemlik yapıyoruz, kuralları takip ettiriyoruz.” Yoksulluğun görünmezliği, utanç, toplumsal kabullenmişlik ve sosyal damgalanma ve dışlanma korkusuyla pekişmekte; bireyler “Başa çıkamadığım görülsün istemiyorum” diyerek dışarıya her şey yolundaymış izlenimi vermeye çalışmaktadır. Tıpkı evsizliğin ve sokaklarda yaşama halinin normalleşmesi gibi, açlık da giderek görünmez ve sosyal olarak kabul görmüş bir olgu haline gelme riski taşımaktadır.
Bu tabloyu daha da karmaşıklaştıran ise, göçmen ve sığınmacıların “güvenlik riski” olarak çerçevelenmesi, elektronik izleme teknolojilerinin ırksallaşmış biçimlerde yaygınlaşması ve göçmen işçilerin karşılaştığı sistematik sömürüdür. Güvenliğin kamusal bir sorumluluktan ziyade piyasa temelli bir hizmete dönüştüğünü, gözetim toplumunu doğurduğunu ve yapısal şiddetin yeniden üretildiğini göstermektedir. Walk Free'nin 8.000 kişinin modern kölelik koşullarında yaşadığına dair tahminine rağmen kolluk kuvvetlerinin 2024’te köle ticareti, insan kaçakçılığı ve çocuk sömürüsüne yönelik sadece 19 soruşturma yürütmesi, bu soruyu daha da acil hale getirmektedir: Bu bir modern kölelik toplumu mu? Geçmiş gerçekten geçti mi, yoksa aynı yerde miyiz?
Bu sorgulamayı anlamlı kılan, servet dağılımındaki çarpıcı eşitsizliklerdir. Nüfusun %1'ini oluşturan 44.000 Yeni Zelandalının, en alt %70'lik dilimi oluşturan 3 milyon vatandaştan daha fazla servete sahip olması, basit bir hesapla her bir elit bireyin yaklaşık 68 vatandaşın üretim kapasitesine sahip olduğu anlamına gelmektedir. Bu matematiksel gerçeklik, geçmişin toprağa bağlı köleliğinin yerini kira, gıda ve temel ihtiyaçlara bağımlılık yoluyla işleyen ekonomik bir tuzak mekanizmasına bırakmış olabileceği savını güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, küresel raporlarda sunulan yüksek servet göstergeleri, Yeni Zelanda'nın yalnızca küçük bir azınlığı için geçerli olan bir "refah"ı temsil etmektedir. Bu durum, ülkenin parlak küresel imajının altında, halen derinlemesine hissedilen sömürgeci tarihsel ve kurumsal bir adaletsizliğe işaret etmektedir. Dolayısıyla Yeni Zelandalılar, yapısal gerçekler ışığında yoksulluğa dair mevcut ideolojik kabulleri gözden geçirmeye hazır olmadığı sürece, eşitsizliğin beraberinde getirdiği geniş kapsamlı sonuçlar, ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal manzarasının kalıcı bir özelliği olmaya devam edecektir. "Süt ve bal diyarı" efsanesi, ancak bu radikal sorgulama ve onu takip eden kolektif eylem ile anlamlı bir gerçekliğe dönüşebilir.
* Başlık, “A Land of Milk and Honey?: Making Sense of Aotearoa New Zealand (2017)” adlı eserden esinlenilmiştir.
** Māori dilinde “Pākehā” terimi, başta Britanya kökenliler olmak üzere Avrupa kökenli Yeni Zelandalıları tanımlamak için kullanılan etno-kültürel bir kimlik ifadesidir. Kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, terimin “pakepakehā” sözcüğünden türediği ve Māori mitolojisinde “insana benzeyen, açık tenli doğaüstü varlıklar” anlamına geldiği yönünde etimolojik görüşler bulunmaktadır.
Kaynakça
- Allianz. (2025). Powering Ahead: Allianz Global Wealth Report 2025
- Bell, A., Elizabeth, V., McIntosh, T., & Wynyard, M. (2017). A Land of Milk and Honey? : Making Sense of Aotearoa New Zealand. Auckland University Press.
- Child Poverty Action Group. (20 February 2025). Latest Official Child Poverty Measures: 2023/24
- Humpage, L. (2015). Policy Change, Public Attitudes and Social Citizenship: Does Neoliberalism Matter? Bristol: Policy Press.
- Morrison, P. (2015). Who Cares About Income Inequality?, Policy Quarterly. 11 (1): 56-62.
- New Zealand Department of Correction | Ara Poutama Aotearoa. (n.d.). Prison facts and statistics – March 2025
- New Zealand Drug Foundation. (17 June 2025). Report: Drug use in Aotearoa 2023/24
- New Zealand Mental Health and Wellbeing Commission | Te Hiringa Mahara Aotearoa. (August 2025). Key Mental Health and Addiction Findings: NZ Health Survey 2023/24
- New Zealand Ministry of Business, Innovation and Employment | Hīkina Whakatutuki Aotearoa. (n.d.). Overview of Māori Employment Outcomes in Aotearoa New Zealand
- New Zealand Ministry of Finance | Minita mo nga Moni Aotearoa. (22 May 2025). Child Poverty Report
- New Zealand Ministry of Health | Manatū Hauora Aotearoa. (19 November 2024). Annual Update of Key Results 2023/24: New Zealand Health Survey
- New Zealand Ministry of Justice | Te Tāhū o te Ture Aotearoa. (2024). Youth Justice Indicators Summary Report
- OECD. (20 June 2024). Society at a Glance 2024: OECD Social Indicators
- Oxfam. (2022). Exclusive: The Commitment to Reducing Inequality Index 2022
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (4 October 2025). Thousands of Modern Slavery Victims Estimated in New Zealand, Report Finds
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (27 September 2025). United Nations Torture Watchdog Visiting New Zealand Prisons
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (24 September 2025). Current Government Policies not Suitable for Long-term - Treasury Outlook on Fiscal Future
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (17 July 2025). Criminologist fears electronic tagging of migrants 'going to get huge'
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (12 June 2025). Prison Population Projected to Boom Over Next Decade
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (15 May 2025). New Zealand has Highest Child Suicide Rate, a Survey of Wealthy Countries Shows
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (24 April 2025). Third of New Zealanders Need Help with Food
- Radio New Zealand | Te Reo Irirangi o Aotearoa. (30 October 2024). Slight Fall in Suspected Suicide Figures, Māori Still Worst-Affected
- Salvation Army. (2025). State of the Nation 2025
- Stats NZ. (26 September 2025). Household Net Worth Increases, Wealth Distribution Remains Unchanged
- Stuff. (22 June 2019). Shameful Exploitation of Vulnerable Migrant Workers
- Stringer, C.; Collins, F. L. & Michailova, S. (2022). Temporary migrant worker exploitation in New Zealand: A qualitative study of migrants' and stakeholders' views. New Zealand Journal of Employment Relations. Vol. 47(1).
- The New Zealand Herald. (27 September 2025). UN Experts Inspect New Zealand Prisons After Solitary Confinement Concerns
- The Spinoff. (20 October 2025). Inner-city Homelessness has Become an Economic Emergency
- The University of Waikato | Te Whare Wānanga o Waikato. (19 February 2022). NZ is Bound by International Mental Health Agreements – Statistics for Māori Show We’re Failing to Uphold Them
- Theodore, R.; McLean, R.; TeMorenga, L. (2015). Challenges to addressing obesity for Māori in Aotearoa New Zealand. Australian and New Zealand Journal of Public Health. Vol. 39 (6). https://doi.org/10.1111/1753-6405.12418
- University of Auckland | Waipapa Taumata Rau. (16 February 2021). The Insidious Return of 'Slavery'
- Violence Information Aotearoa. (10 July 2025). Femicide: Deaths Resulting From Gender-based Violence in Aotearoa New Zealand
- Waitangi Tribunal. (n.d.). About the Treaty
- World Justice Project. (n.d.). WJP Rule of Law Index
- World Obesity Federation. (n.d.). Global Obesity Observatory: New Zealand