Bir Yağmur Ormanı Masalı

Bir Yağmur Ormanı Masalı
Phatthalung, Tayland

Yağmur ormanı, beklemez. Nefes alır. İzler. Hışırtılı yaprakların ve titreyen kanatların diliyle konuşur. Ormanın kucağına adım attığında, ayaklarının altındaki toprak yer değiştirir; reddetmek için değil, ruhunu tatmak için.

Onu, nehirlerin toprağın tenine derin yarıklar açtığı bir kıyıda ilk gördüğümde, ağaçların gölgesi onu zamanın kendisinden saklıyordu. Güneşi yutup kırık altınlar olarak göğe boşaltıyordu. Tam suyun kenarında durmuştu. Şehir-teni fazla solgun, gözleri ise fazla büyük; korkudan değil, açlıktan parlıyordu. Orman bu açlığı tanıdı, çünkü onu buraya çağıra ta kendisiydi. Tereddütlü görünse de yavaş yavaş ormanın nabzına çekiliyordu. Şafağın yumuşak vızıltısı etrafı sararken, hava, ardında bıraktığı acele dünyanın sırlarıyla canlanıyordu.

Uzun kuyruklu sandalı, su değil de uyanan göğün pembeliğiyle boyalı sıvı bir gölgede sürüyorum. Kökleri kadim kamların düğüm düğüm elleri gibi olan dipterocarp ağaçları üzerimizde inliyor. Burada orada, banyan ağaçları kıvrıla kıvrıla köprüler oluşturuyor ve toprağın damarlarına dalıyor. Geçerken kabuklarına dokunuyor o ve görüyorum, tam o an, ormanın onun içine süzülüşünü. Nefesi kesiliyor. Parmakları seğiriyor. Ağaçlar fısıldıyor ve o dinliyor.

Thale Noi önünde seriliyor, yeşil bir altın rüyası. Sümbüller sandala tutunuyor, mor boğazları soluk soluğa. Mandalar, efsanevi yaratıklar gibi sudan yükseliyor, postları güneş ışığıyla sırılsıklam. O, sandalın kenarına eğiliyor ve bir kalp atışı süresince onlardan biri oluveriyor — yarı doğmuş, yarı vahşi, bataklığın ağır nefesinde, zamana dokunmamış bir boşlukta fenâ fi’llah ile yıkanıyor.

Kuşlar sürekli bir devinim halinde çığlıklar atıyor. Şarkı değil — çığlık. Malkohalar sık yaprakların arasından süzülüyor, kanatları havayı parçalara ayırıyor. Kırlangıçlar zarif döngüler çize çize kıvrılırken, barbetlerin sesleri onun gözlerinde yumuşak bir yankı gibi çınlıyor. Örümcek avcıları dallar arasında hayalet gibi titreyip kayboluyor; hızla, fanice. Malkohalar daha da uzaklaşıyor. O, vahşiyle uyumlu bir tonda onların uçuşunu izliyor; bir o yana, bir bu yana, göz bebekleri göğe dönük. Orman gülümsüyor, onu sınarken.

Suyu daha hızlı yarıyorum. Nilüfer bahçeleri yükseliyor — göğe açılmış pembe ağızlar, kalpleri bengisuyla ıslak. Bir çiçeği açıp özünü dudaklarına sıkıyorum; yudumları göz kapaklarını titretiyor. Bir anlığına, kadınlığı çözülüyor ve ormanın sunağında, parmaklarından balözü akan bir başka varlık beliriyor. Leylekler dua ediyor, balıkçıllar hüküm veriyor. Gölgelerdeki baykuş ise bu geçişin ezeli bekçisi.

Mangrovlar etrafımızda sıkılaşıyor; kökleri yılanlar gibi, nefesleri tuz, çürümüşlük ve hayat dolu. Hava, ıslak bir el gibi ağzına yapışıyor. Soluğu kesiliyor ama öksürmüyor. O ormanı, orman onu içine çekiyor. Daha derine indikçe, daha da çözülüyor — şehir-kabuğu çatlıyor, gerçek teni titreyerek ortaya çıkıyor. Adacığın kıyısında, akbalıkçıllar ve karabataklar balık peşinde toplanıyor. Ağacın gölgelerine gizlenmiş, çizgili bir kartal-baykuşu onu izliyor. Sanki tüm manzara, bütün sırlarıyla önümüze serilmiş gibi.

Ve sonra suyun düşmediği ama boşaldığı Nan Sawan'a varıyoruz. Kükreyen ışığın yedi katmanı. Dil kadar pembe, bere kadar mor yusufçuklar kafasının etrafında uçuşuyor. Onları yakalayacakmış gibi açıyor ağzını. Kahkahaları, şelalenin gürleyişi tarafından yutuluyor. Güneşle ısınmış bir kayada, asılı kalmış bir anın içinde bu varoluş benliğime kazılı; zamandan muaf, dış dünyadan masun.

Pomelolar şişkin aylar gibi sarkıyor dallarda. O uzanıyor, geriniyor, parmaklarının tutamayacağı kadar ağır meyvelere doğru. Altımızdaki bambu patika yaşayan bir sırt gibi inleyip bizi daha da derinlere çekiyor: Khao Dang Mağarası'nın duvarlarında ruhlar gibi titreyen mumların dansına. O dua etmiyor. Taşla, yosunla, kadim karanlığın ritmiyle nefes alıyor yalınca.

Gece çöküyor. Loy Krathong fenerleri nehrin teninde süzülen minik güneşler gibi parıldıyor. O da kendi güneşini, umuda dair paylaşılan bu anda suya salıyor, dileği akıntıya karışmadan önce gözlerinden uzaklaşırken. Ay izliyor. Nehir yutuyor. Orman hatırlıyor.

Duvarların duvar olmadığı, nefesler arası boşlukların gecenin süzülmesine izin verdiği ahşap bir kulübeye dönüyor. Ter ve ay ışığıyla ıslanmış cırcırböceklerinin çığlıklarının ritmiyle uyumlanıyor. Ve tıslıyor uykusunda, çatlamış bambudan esen rüzgar gibi. Bu sığınakta, kalbi savaşmayı bırakıyor. Bu sükunetin içinde, ruhunun gücü vahşi doğada yankılanıyor. Mahremiyet, tıpkı toprağın kendisi gibi doğal ve ham.

O artık bir ziyaretçi değil;
O bir av,
O bir avcı,
O, ormanın ta kendisi.
Ve orman asla bırakmaz.