Kapadokya: Ben'i Arayan Yol

Kapadokya: Ben'i Arayan Yol
Photo by Igor Sporynin / Unsplash

Likya’nın sıcak, isyankar kayalarından sonra, Kapadokya’nın yumuşak, kucaklayıcı küllerine düştü yüreğim. Bu, yalnızca bir coğrafyadan diğerine değil, medeniyetler ve zamanlar arasına da bir yolculuktu. Likya, kabuğunu sertleştirmiş bir cennetin öfkesini fısıldarken, Kapadokya, cehennemi dönüştürmüş bir medeniyetin nefesini sunuyordu.

Bu topraklarda zaman doğrusal bir çizgide akmıyor; bir sarkaç gibi medeniyetler arasında salınıyor. Gökyüzü tanrıçası Khepat’ın Hurri diyarından, bin tanrılı Hititlerin taş figürlerinden; Luvilerin 'alçak ülke', Perslerin 'iyi atlar ülkesi' dediği Katpatuka’dan… Nihayetinde İranlı dervişlerden işittikleri İslam’ın ışığında Türkmen atlılarının yüzünde beliren dingin tebessüme uzanan bir salınım bu.

"Biz hep buradaydık," diyorlar yüzlerindeki bilgelikle. Pers atlarının kişnemesi, Roma lejyonlarının çarık sesleri, Hristiyan keşişlerin ayinleri peribacalarının gözeneklerine sinip buharlaşmış, geriye ise kökleriyle barışık, gülümseyen bir süreklilik kalmış. Onlar ki, gelip geçici krallıkların aksine, medeniyetin kendisinin taşıyıcıları. Atalarının toprağından çıkardıkları çamurla çömlek yontuyor, dikiş dikiyor, karadutun şarabını yapıyorlar. Bu, bir varoluş biçimi; turizm dedikleri, modern zamanların kendilerine getirdiği yeni bir misafirperverlik ritüeli.

Sanayinin gürültüsünün ve tarımın hüznünün yokluğunda geriye kalan tek meşguliyet, 'an'ı paylaşmak. Her köşe başı, size uzatılan bir kahve fincanı ve açılan bir sohbet koltuğu. Üstü açık kırmızı arabalarda Asyalı kadınlar ipekler içinde birer renkli kelebek gibi uçuşurlarken, Latinlerin gözlerinde bu kadim atmosferi içmeye dönük bir kültür açlığı okunuyor. Gündoğumu, yüzlerce sıcak hava balonunun vadinin üzerinde bir dua gibi yükselişiyle karşılanıyor. Günbatımı ise vadinin içinde atların sırtında, sanki binlerce yıllık ataların izini sürercesine yaşanıyor.

Bu dinginliğin ekonomisi de ruhaniyetinden ayrı değil. Gözleme yapan bir teyze, sadece emeğinin değil, bu huzur dolu ekosistemin de karşılığını alıyor. Gece yarısı evine giderken hissettiği güven, belki de modern dünyanın kaybettiği en kıymetli hazinedir. Ancak bu dokunun, yatırım adı altında delinmeye çalışılması, bu kadim melodide duyulan yanlış bir nota gibi. Eskiden kilitlenmeyen kapılar, artık bir güvensizlik sembolüne dönüşme riski taşıyor.

Ve nihayet, Derinkuyu... Medeniyetin yüzeydeki neşesinin altında, derinlerde yatan kolektif hafızanın ağırlığı. Yeraltı şehrinin labirentlerinde, sadece taşı değil, zamanı da oymuş atalarımız. Başımı o soğuk, nemli duvara yasladığımda, sadece bir soluma sisteminin dehasını değil, o duvarlara sinmiş korkuyu, direnci, yaşama tutunma azmini ve umudu da hissettim. O acıyı kendime transfer etmedim; zaten var olanı uyandırdım. al-Ghazâlî'nin dediği gibi, "Anlatamayacağım haller yaşadım, hayra yor ve nasıl olduğumu sorma." Derinkuyu, anlatılamayan o hallerin taşa işlenmiş halidir.

Kapadokya'danın neşe ve umut dolu halkı bana kökenlerimizin her şeyimiz olduğunu hatırlattı. İnsanların zihinsel berraklığı ve sade yaşam sevinci, bana beni hatırlattı. Modernliğin labirentinde at gözlükleriyle koşturan kimselerin asıl kaybettiği şeyin bu içsel aydınlık ve sükunet olduğunu anladım. Bu topraklara, bu medeniyetler mozaiğine, bu özgürlük anlayışına bağlılık hissettim. Özgürlük, en nihayetinde, kendin olabilmekse eğer; Likya'da 'öteki olma' haline karşılık, Kapadokya'da 'ben olma'yı deneyimledim.