Mae Phosop (โพสพ)

Mae Phosop (โพสพ)
Ao Luek, Tayland | Temmuz 2023 | Başak วันนี้

Taşıdığım ağırlık ne bahşedilmiş ne de dayatılmıştır; dönüşümümün parçasıdır yalnızca. Derime sinen yüzyılların toprağı, kimi toz olup uçuşur, kimi taş kesilip kök salar. Artık bu lekelere sürtünmüyor, onları en kadim yol göstericilerim olarak görüyorum.

Bir zamanlar kaçtım. Ama toprak her bir ayak izini kaydeder. Şimdi ise eğiliyorum — teslimiyetle ve kalbimin katmanlarını aralamak için. Zira kaçış, özüne gömülmenin başka bir biçimi değil midir?

İşte burada benliğimin bir nehir yatağı gibi aşınmasına izin veriyorum. Dokunduğum her kültürel iplik, aidiyeti bana ait olmayan bir anıyı uyandırıyor. Bu medcezir, zihnimin derinliklerini eşeliyor: tek bir hamle değil, bilinmezin tedrici bir çözülüşü. Sebat. Cesaret. İnanç. Varlığın akışı içinde; ne iyinin ne de kötünün mutlak saflığı, sadece bu ikiliğin diyalektik ahenkidir sığındığım.

İyileşme, pirinç taneleri gibi gelir: küçük, gerekli, bütünden devşirilmiş. Onları avuçlamam, sabırla biriktiririm. Ve yol gösterir: soru işareti gibi kıvrılan tütsü dumanında, unutulmuş şarkıların mırıldanıldığı evlerde. Her adak bir aynadır. Yüzümü paslanmış bir muskada seyrederim, bazense ananasın dikenli tacında.

Betonun ve florışığın evladı,
Kökensiz sandın kendini.
Oysa Ana hep oradaydı,
Etekleri musonlarla aşınmış,
Kolları oyulmuş meyvelerle dolu.

Mankenler bana fısıldadığında, başsız boyunlarından vahşi ipekler fışkırırken, nihayet anladım: saflık bir efsanedir ve saflık en fazla arzulanabilir. Kutsal ağaç, yarılmış kabuk ve benzin döküntülerinin arasından sürer kökünü. Pirinç küçülür, toprak ruhları balıklarla pazarlık eder ve yine de açlar doyar.

Palmiye ormanının kenarında, hava çürüyen yasemin ve yeni yağmurun kokusuyla bulanık. Yeniden doğuş böyle kokar. Sıcak çamur gibi.

Ey Phosop Ana,
ne çuvalda ne de tarlada,
ama aradaki boşlukta,
farelerin dans ettiği
ve Buda'nın güldüğü yerde.

Soluk gökyüzünün ardından güneş görünmeden yükselirken, saklandığım palmiyelerin gölgesi kadar karanlıktı içim. Musonun bütün bir gece süren nemi esintide toprak kokusu olarak yükseliyordu, ama ben o kokuyu alamadım. Çünkü öfke artık topuklarımı ısıran değil, damarlarımda dolaşan bir zehirdi. Başka nelerden, başka kimlerden kaçabilirdim? O an anladım: asıl kaçmam gereken, bana bu öfkeyi içiren dünyanın ta kendisi değil, bu öfkeyle sırt sırta veren kendi gölgemdi. Ve kaçacak yer yoktu.