Māui ve Aotearoa'nın Doğuşu

Māui ve Aotearoa'nın Doğuşu

Māori ve Polinezya dünyası için, evreninin en mütekâmil ve paradoksal figürü olan Māui-tikitiki-a-Taranga (Māui), yalnızca sınırları zorlayan bir kahraman değil, aynı zamanda kozmos ile kaos, kutsal (tapu) ile sıradan (noa), insan iradesi ile doğal yasa arasındaki gerilimi somutlaştıran mitopoetik bir arketiptir. Māui'nin varoluşu, başlangıçtan itibaren bir liminalite, bir "eşikte olma" hâli ile işaretlenmiştir. Taranga'nın prematüre doğan oğlu, bir tutam saçla (tikitiki) sarılıp okyanusa terk edilen bir bebek olarak dünyaya gelir. Bu edim, basit bir reddediliş değil, bilakis onun okyanusun (moana) ve gökyüzünün (rangi) birincil güçlerine emanet edilmesi, dolayısıyla kozmik düzene aktif bir katılımın başlangıcıdır. Deniz ruhları tarafından deniz yosunlarıyla korunup beslenen ve nihayetinde büyükbabası Tama-nui-ki-te-rangi tarafından sahilde keşfedilip büyütülen Māui, böylece insani, doğaüstü ve kozmik alemler arasında ontolojik bir köprü olarak şekillenir.

Bu kutsal köken, ona atalardan gelen ruhani yetki (mana) ve kutsal söz (karakia) bahşetse de, insanlar arasındaki toplumsal statüyü garantilemez. Abilerinin onu küçümsemesi ve balığa çıkarken dışlaması, Māui’yi toplumsal hiyerarşilerin dışında konumlandırır. Bu dışlanmışlık, yalnızca onun hırsını ve kurnazlığını körüklemekle kalmaz, aynı zamanda onu geleneksel yollardan bağımsız, kendi kutsal mirası ve edindiği bilgelik ışığında yeni bir yol çizmeye iter. Nihayetinde, abilerinin kanosunun (waka) gövdesine saklanarak Polinezya’dan güneye doğru açık denize ulaşan Māui, bu an için kozmik düzene müdahale edecek şekilde hazırlanmıştır. Kendi elleriyle keten lifinden ördüğü güçlü bir olta ipini, büyükannesinin çene kemiğinden yonttuğu kutsal kancaya bağlar. Ritüelin en kritik anında, burnunu kanatarak kancayı kendi kutsal kanı (tapu) ile besler ve onu okyanusun derinliklerine salar. 

Oltasına takılan bir varlığı – bazı anlatılara göre bir balığı, bazılarında dev bir ahtapotu – çekmeye başladığında, mücadele sadece fiziksel değil, aynı zamanda metafizik bir boyut kazanır. Abilerinin korku dolu çığlıkları göğe yükselirken, Māui nihayet o devasa varlığı su yüzüne çıkarır ve böylece Te Ika-a-Māui (Māui’nin Balığı; bugünkü Kuzey Adası) okyanustan doğar. Ancak mitos, burada trajik bir felsefi dönemece girer. Māui, bu yeni yaratılmış, canlı ve nefes alan toprak parçasını uygun kutsal törenlerle karşılamak için ruhani bir lider (tohunga) aramaya gider. Abilerine, kendi dönüşüne dek bu varlığa dokunmamaları için kesin emir verir. Fakat insan doğasının zaafiyetleri –sabırsızlık, açgözlülük ve kutsal olana saygısızlık– devreye girer ve abileri bu devasa 'balığı' kesip parçalamaya, onu sahiplenmeye kalkışırlar. Balığın acı içinde kıvranışı, düz ve kusursuz bir oval olması gereken topografyayı, dağlara, uçurumlara ve vadilere dönüştürür. Bu derin bir alegoridir: Doğanın ilksel ve potansiyel olarak kusursuz düzeni, insanın hoyrat eylemi ve kutsal söze (karakia) riayet etmemesi yüzünden bozulmuştur. 

Bu temel anlatı, Māori sözlü geleneğinin zengin çeşitliliğini yansıtır. Örneğin Güney Adası’ndaki iwi Ngāi Tahu kabilesinin geleneğinde, adaların oluşumu farklıdır; onların bilgi sisteminde (mātauranga) Te Waka o Aoraki (Aoraki'nin Kanosu; bugünkü Güney Adası) Māui’den önce var olmuştur. Bu tür nüanslar, her kabilenin kendi göç yolculuğu ve toprakla kurduğu benzersiz ilişki temelinde şekillenen anlatılara sahip olduğunu gösterir. Bu mitolojik köken, bazı erken dönem Avrupalı bilginler tarafından farklı yorumlanmıştır. Örneğin, John Alexander Wilson (1906), bu geleneksel anlatıyı tarihsel bir teoriye dönüştürerek, Māui'nin bizzat Yeni Zelanda'ya geldiği ve "Māui halkı" adlı bir halk oluşturduğu spekülatif bir görüş öne sürmüştür. Ancak bu yorum, Māori geleneği içinde yeri olmayan ve önemli bir antropolog olan Te Rangi Hīroa Sir Peter Buck (1929) gibi isimler tarafından da eleştirilmiştir. Buck, Wilson'ın bahsettiği erken dönem toplulukların varlığını doğrularken, onların Māui'nin kendisi değil, onun mitolojik soyundan gelen insanlar olduğu görüşündedir. 

Māori dünya görüşünde ise, Māui bir tarihsel şahsiyetten ziyade, kolektif kimliğin ve toprakla bağın kökenini işaret eden mitolojik bir figürdür. Bu bağ, en somut ifadesini, günümüzde 100.000'i aşan nüfusuyla (%10)Aotearoa’nın en büyük ikinci kabilesi olan Ngāti Porou'da bulur. Onlar, kurucu ataları Porourangi aracılığıyla soybağını (whakapapa) Māui'ye dayandırır. Bu köken, yalnızca soy ağacında değil, coğrafyada da somutlaşır; inanışa göre Māui'nin kanosu Nukutaimemeha, Kuzey Adası'nın sudan ilk yükseldiği ve Ngāti Porou'nun en kutsal dağı olan Hikurangi'da taşlaşmış halde durmaktadır. Böylece Māui efsanesi, yalnızca bir kozmogonik anlatı olarak kalmaz, aynı zamanda belirli bir halkın kimliğini, tarihini ve toprak üzerindeki manevi haklarını (mana whenua) meşrulaştıran canlı bir gerçeklik haline gelir.