Örtük Öze Doğru
İnsanın varoluşsal durumu, doğuştan getirdiği saf ve eşsiz potansiyel ile en yakınını saran iyicil ve kötücül ruhların eğilimleri arasındaki diyalektik bir gerilimle şekillenir. Birey, bu çevresel, sosyal ve psikolojik determinizm ağında değer yargılarının, davranış kalıplarının ve ilişki biçimlerinin aktarım alanı haline gelir. Bebeklerin, dil öncesi dönemde döktükleri o gözyaşları, belki de bu kadim kuşatılma haline, bu örtük yabancılaşmaya karşı içgüdüsel bir protestodur. Ve zamanla daha az ağlamayı öğrenir; çevresini saran bu karmaşık ağla bir arada var olmayı, onunla uzlaşmayı ve onun kurallarına göre sessizce biçimlenmeyi. İnsan doğasının bu diyalektik yapısını —öz ile kuşatılma arasındaki bu sürekli mücadeleyi— anlamak için, Tasavvuf ve Zen öğretilerinin derinlikli çerçeveleri bize yollar sunar.
Tasavvuf
Tasavvuf öğretisi, insan doğasına dair analizini nefs kavramı üzerine inşa eder. Nefs, salt ruh veya benlik değil, daha ziyade dinamik ve mertebeli bir varlık katmanıdır. İnsan, ahsen-i takvim (en güzel mahiyet) olarak yaratılmış olmasına rağmen, hubut (yeryüzüne iniş) ile birlikte bir gaflet perdesi ardına düşer. Doğum anından itibaren kuşatan kötücül ruhlar, nefs-i emmâre mertebesinin tezahürleri olarak okunabilir. Bu mertebe, insanı kötülüğe sevk eden, dürtüsel, ben-merkezci ve Hak’tan uzaklaştıran bir tabiatı temsil eder.
Toplumsal düzen mekanizmaları ise bu ilkel benlik halini dizginlemek üzere dışsal bir disiplin çerçevesi işlevi görür. Fıkıh kuralları, ahlak normları ve sosyal beklentiler nefsin sınırsız taleplerini toplumsal uzlaşı içerisinde regüle etmeyi amaçlar. Ancak bu dışsal terbiye, çoğu zaman zahiri bir uyum sağlamakla sınırlı kalır; nefsin kökensel yapısında ontolojik bir dönüşüm anlamına gelmeyebilir. Bu durum, itaatin özdeki boşlukla bir arada var olabildiği bir paradoksa işaret eder. Nitekim sevgiden yoksun bir çevrede yetişen çocuğun, davranışsal düzeyde normlara riayet ederken, içsel dünyasında derin bir yara alması ve bu yarayı bilinçdışında taşıması, tam da bu dışsal terbiyenin yapısal sınırlılığını gösteren trajik bir nesiller arası aktarım paradigmasıdır.
Tasavvuf'un önerdiği çözüm, nefs tezkiyesi yani zühd ve tefekkür yoluyla içsel bir yönelişe dayanan özsel bir arınma yolculuğudur. Bu yolculuk, salt davranışsal bir adaptasyon değil, benliğin katman katman çözülerek (fenâ) aslına (bekâ) irca edildiği metafiziksel bir süreçtir. Bu süreçte, nefs-i levvâme mertebesine ulaşan birey, artık otomatik eylemlerinin ve içgüdüsel dürtülerinin pasif bir nesnesi olmaktan çıkar; onları kınayan, sorgulayan bir özne konumuna yükselir. Nefs-i mülhime mertebesi, bu içsel çatışmanın ötesinde, kalbe gelen ilham ve sezgilerle hakikate yönelişin başladığı bir aşamadır. Sıradan bir yaşantıda nihai hedef olan nefs-i mutmainne ise, benliğin kendi kurgusal ve talepleri olan varlığından sıyrılarak, ilahi irade ile uyum içinde bir huzur ve teslimiyet bulduğu mertebedir. Burada birey, toplumsal rollerin ve dışsal beklentilerin ötesinde, vicdanıyla bütünleşmiş, kendi hakikatiyle buluşmuş bir varlık durumuna erişir. Rûmî’nin "Ölmeden önce ölünüz" çağrısı, tam da bu benlikten ölümün, hakiki varoluşa doğuşun zorunlu koşuluna işaret eder. İşte bu türden köklü bir içsel inkılap sonucunda, özden neşet eden organik bir ahlak ve otantik bir merhamet tezahür edebilir.
Zen
Zen öğretisi, insanın temel durumunu avidyā (cehalet, yanılgı) kavramıyla açıklar. Her insan doğuştan saf, aydınlık ve tamamlanmış bir öz, buddha-doğası ile gelir. Ancak bu doğal aydınlık, doğumla başlayan sosyalleşme sürecinde kaçınılmaz olarak örtülür. Düalistik zihin, ātman-grāha (katı bir benlik algısı) ve kilesalar (duygusal kirlilikler) bu örtünmenin başlıca araçlarıdır. Kötücül ruhlar, bu geçici (anicca) ve koşullara bağlı zihinsel oluşumlardan (saṃskāra) ibarettir; insanın buddha-doğasına yapışan ve onu gizleyen tozlardır.
Toplumsal düzen mekanizmaları ise bu örtme ve koşullandırma işleminin kurumsallaşmış biçimleridir. Sürekli güvence ve doyum arayan, arzu ve korkuyla motive olan, diğerlerinden ayrı ve sabit bir "ben" kimliği inşa eder ve pekiştirirler. Bebeklerde gözlemlenen o saf, anlık ve doğrudan tepkiler, belki de sosyal şartlanmadan nispeten azade bir varoluşun izlerini taşır. Zen, bu koşullu ve ayrılmış benlik algısı üzerine kurulu varoluşun kaçınılmaz olarak dukkhaya yani tatminsizlik, ıstırap ve anlamsız acıya yol açtığını öne sürer. Yalan, adaletsizlik ve sevgisizlik, gerçek özle olan bağlantısı kopmuş, korku içindeki bu kurgusal benliğin, varlığını sürdürmek için geliştirdiği savunma mekanizmalarıdır.
Zen'in önerdiği yol, zazen (oturma meditasyonu) pratiği aracılığıyla, doğrudan deneyimle ve kavramsal aracılar olmaksızın, zihnin arı durumuna dönmektir. Buradaki temel amaç, düşüncelerin, duyguların ve koşullanmaların ötesine geçerek, onların ardındaki asli gerçekliği, śūnyatāyı (boşluk) kavramaktır. Bu, entelektüel bir anlama çabası değil, tüm varlıkla gerçekleşen varoluşsal bir uyanış (satori, kenshō) deneyimidir. Zen üstadı Dōgen'in "Beden ve zihin düşmüştür" (Shinjin datsuraku) ifadesi, bu pratiğin özünü yakalar. Zazen yoluyla, beden ve zihnin olağan, koşullu, ikili işleyişi "düşer" ve onların ayrılmaz bütünlüğü (hishiryō) ortaya çıkar. Böyle bir uyanıştan doğan eylem, artık dışsal ahlak kurallarına dayalı değildir. O, kendiliğinden ortaya çıkan bir şefkat (karuna) ve uyumlu, doğru eylemdir (samyak-karmānta), çünkü birey artık kendisi ile diğerleri arasında katı bir ayrım görmemektedir.
Nefs ve Avidyā
Her iki gelenek de insanın özünde, ister ahsen-i takvim ister buddha-doğası olarak adlandırılsın, olumlu ve aydınlık bir potansiyel bulunduğu konusunda hemfikirdir. Ancak bu doğal hal, kaçınılmaz sosyalleşme süreciyle örtülür; nefs veya zihin, toplumsal normların, dualistik düşüncenin ve duygusal bağlılıkların oluşturduğu bir koşullanma ağına hapsolur. Tasavvuf ve Zen, bu örtünmüşlük haline karşı radikal çözümler sunarken, yöntemlerinde nüanslı farklılıklar sergiler. Tasavvuf, nefsin kademeli arınma (tezkiye) mertebelerini takip eden, disiplinli ve ilahi olanla aşk bağını merkeze alan uzun bir içsel yolculuğu öngörür. Zen ise, sadece oturma (zazen) yoluyla hakikati bulmaya ve ani bir uyanışa (satori) vurgu yaparak zihnin doğal haline dönüşünü amaçlar. Her iki yol da, dışsal toplumsal terbiyenin yalnızca davranışsal bir uyum sağlamakla sınırlı kaldığı ve otantik bir ahlakın kaynağı olamayacağı teşhisinde birleşir.
Her ikisi de, benliğin yapısökümüne işaret eder. Tasavvuf'ta bu, benliğin ilahi iradedeki yok oluşu (fenâ) ile; Zen’de ise sabit "ben" düşüncesinin kökünün kazınması ile gerçekleşir. Bu radikal içsel dönüşüm, yalnızca manevi bir mesele değil, aynı zamanda eğitim, psikoloji ve etik için derin çıkarımlar taşır. Çocuk yetiştirmeyi, kuralların yanı sıra öz-benlikle bağı koruyan bir alan açma pratiğine; adaleti ise, benmerkezcilik ötesi bir şefkat bilincinden hareket etme sanatına dönüştürür. İnsan, doğuştan kuşatılmış olsa da, bu kuşatma kader değildir. Bebeklerin gözyaşlarındaki o ilk protesto, aslında henüz tamamen örtülmemiş içsel bir ışığın işaretidir. Tasavvuf ve Zen’in işaret ettiği yol, bu ışığa giden, benliği aşarak otantik iyilik, sevgi ve adaletin kendiliğinden filizlendiği bir varoluş halinin mümkün olduğunu gösterir. İnsan doğası, işte bu potansiyel ile kuşatılma arasındaki diyalektikte, sürekli bir seçim ve dönüşüm imkanı ile anlam kazanır.