Öteki Yarımküreden
Mavilik, ipek gibi
incecik gerilmiş göğün altında,
Rangitoto’nun uyanışına doğru.
Hobson tepesinden, hilal bir ışıkla
uzanıyor Mission Bay,
Pohutukawa kızılına batıyor
gelgitin yumuşak, inatçı ritminde.
Tekneler, birbiri ardına
demir atmış düşler gibi sallanıyor.
Yine ansızın — hava değişiyor
Tasman Denizi’nin tuzu değil,
Boğaz’ın kadim nefesi bu esen.
Martı çığlığından yayılıyor — "balık ekmek!"
göremediğim boğazların ötesinden.
Sonra, ışık bir simyacıya dönüşüyor,
uzak kıyıları yaldızlayan...
Ve işte orada, Bebek!
Sapasağlam bir kalenin eteklerinde,
Dalgaların üstünde, nazlı bir zarafet.
Kayıklar, birbiri ardına
sessiz düşleri özgürleştiriyor.
Gözlerim, hayaletlerin ressamı;
Sabahın içine Galata Kulesi’ni çiziyor,
Maviyi Kız Kulesi’ne boyuyor.
Tenim İstanbul alacakaranlığında yıkanırken,
fırından yeni çıkmış simidin kokusunu çekiyorum
— o tanıdık tatlılık.
Ev mi?
Ne haritadaki bir iğne,
Ne ince belli bardaktaki çayın buğusu.
Ev; tepenin suyla kucaklaştığı o andır,
Işığın önce seni vuran açısı,
Kıyıların kemiklerine fısıldadığı
dilden de eski bir sırdır.
İki koy. Bir ayna.
Gergin bir kalbi yansıtan,
Özgürlük özlemiyle titreyen,
bu gurbet denizinde.