Psikiyatrik Söylemin 'Kadınlaştırılması': Neoliberal Toplumda Kadınların Rollerinin Marksist Bir Analizi
Çeviri: Cohen, B. M., & Hartmann, R. (2023). The “Feminisation” of Psychiatric Discourse: A Marxist Analysis of Women's Roles in Neoliberal Society. Journal of Sociology (Melbourne, Vic.), 59(2), 349–364.
Özet
Neoliberal toplumda artan kadın 'akıl hastalığı'* oranlarını analiz eden bu makale, psikiyatriyi geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirmekten sorumlu, ataerkil ve kapitalist iktidarın bir kurumu olarak kavramsallaştırmak için Marksist ve feminist teoriden yararlanmaktadır. Kadınların değişen koşullarını, son dönemdeki işgücünün 'kadınlaşmasını' da içerecek şekilde ana hatlarıyla çizerek, ataerkil kapitalizmin, toplumsal cinsiyet rolü ideolojisinin artan bir şekilde dayatılması yoluyla kadınların özgürleşme potansiyelini kısıtlama ihtiyacının daha keskin hale geldiğini savunuyoruz. Bu durum, 1980'den bu yana Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı'nda (DSM) yer alan –adet öncesi disforik bozukluk ve kadın cinsel ilgi/uyarılma bozukluğu da dahil olmak üzere– 'kadınlaştırılmış' mental bozuklukların bir profil çalışmasıyla gösterilmektedir; ki bu bozuklukların, kadınların ücretli istihdamdaki ilerlemelerini kısıtlarken, 'saygın kadınlık' klişesini hala başlıca aile ve evle ilişkilendiren bir söylemi kasıtlı olarak yeniden ürettiğini savunuyoruz. Makaleyi, neoliberalizm koşullarında akıl sağlığı sisteminin toplumsal cinsiyetin sosyal kontrolü için giderek daha güçlü bir kurum haline geldiğini öne sürerek tamamlıyoruz.
Anahtar Kelimeler
kapitalizm, toplumsal cinsiyet, etiketleme, akıl sağlığı, neoliberalizm, ataerkillik.
Sağlık epidemiyologlarına göre, küresel 'akıl hastalığı' oranları salgın boyutlarına ulaşmıştır (Dünya Sağlık Örgütü, 2013) ve bu artışın önemli bir kısmı, bu tür 'bozukluklar' yaşadığı kategorize edilen kadınların sayısındaki yükselişten kaynaklanmaktadır. Örneğin, Ritchie ve Roser (2018), Institute for Health Metrics and Evaluation'un en son verilerine dayanarak, dünya genelinde 970 milyon kişinin (dünya nüfusunun %13'ü) halihazırda 'mental bozukluk veya madde kullanım bozukluğu' olduğu sınıflandırıldığını bildirmektedir; bu oran kadınlarda %13.3, erkeklerde ise %12.6'dır. Ancak, en yaygın 'akıl hastalığı' biçimleri olan depresyon ve anksiyete bozuklukları tanılarına ilişkin rakamlar (ki bunlar birlikte küresel bu tür 'bozukluk' yükünün yarısından fazlasını oluşturur) tipik olarak kadın/erkek oranında 2:1 ila 4:1'lik bir fark göstermektedir (Ritchie ve Roser, 2018). Sonuç olarak, sağlık araştırmacıları tarafından, erkeklerdeki 'mental bozukluk' oranlarının milenyum başından beri sabit kalmasına karşın, kadınlardaki oranların yükselmeye devam ettiği ileri sürülmektedir (Abel ve Newbigging, 2018: 3; McManus vd., 2016: 12–13; Mental Health Foundation, 2017: 5–6).
Bu nedenle, kadınların neden bu sözde 'akıl hastalığı salgınının' merkezinde göründüğünü analiz etmek ve anlamak, mevcut akıl sağlığı araştırmaları ve akademik çalışmalar için kilit bir inceleme alanıdır. Politika yapıcılar, akademisyenler ve sağlık araştırmacıları tarafından düzenli olarak desteklenen popüler psikososyal açıklama, bu rakamların kadın ve erkeklerin yaşam koşulları arasındaki karşılaştırmalı (ve büyüyen) sosyo-ekonomik uçurumun bir sonucu olduğunu savunur; zira kadınlar dünyadaki yoksulların %70'ini oluşturmakta, daha düşük ücretler almakta ve genel sosyo-ekonomik yoksunluk istatistiklerinde orantısız bir şekilde temsil edilmektedir (Dünya Sağlık Örgütü, tarih yok). Sonuç olarak, kadınların çevresel stres faktörlerine daha fazla maruz kalmasının, daha yüksek 'akıl hastalığı' oranlarına yol açtığı öne sürülmektedir (örneğin bkz., Rogers ve Pilgrim, 2003: 17-44). Ancak, birbiriyle bağlantılı iki sorun, bu tür argümanların daha yakından incelendiğinde tutarlılığını koruyamamasına neden olmaktadır. İlk olarak, psikiyatri biliminde mevcut nosolojilerini doğru bir şekilde tanımlama, ölçme ve açıklama konusunda önemli ve devam eden geçerlilik sorunları bulunmaktadır (örneğin bkz., Burstow, 2015; Cohen, 2016; Whitaker ve Cosgrove, 2015). Allsopp ve diğerlerinin (2019) Amerikan Psikiyatri Birliği'nin (APA) mevcut DSM-5 içindeki başlıca tanı kategorileri (depresyon ve anksiyete bozuklukları dahil) üzerine yaptığı son değerlendirme, bu kategorilerin 'ayrık akıl sağlığı bozukluklarını tanımlamak için araçlar olarak bilimsel değerden yoksun' olduğu sonucuna varmıştır (Liverpool Üniversitesi, 2019). İkinci olarak, psikolojik, sosyal ve çevresel faktörlerle herhangi bir 'akıl hastalığı' arasındaki kesin ilişki belirsiz ve net olmaktan uzak kalmaya devam etmektedir (Cohen, 2016: 7). Yukarıda bahsedilen 'akıl hastalığı' sınıflandırmalarındaki geçerlilik sorunları düşünüldüğünde bu durum belki de daha az şaşırtıcıdır.
Bunun yerine, aşağıdaki arka plan bölümünde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, kadınlar arasında artan 'akıl hastalığı' oranlarını daha eksiksiz anlamaya yardımcı olmak için eleştirel feminist ve Marksist çalışmalara yöneliyoruz. Bu bölüm, okuyucuyu psikiyatriyi ataerkil iktidarın bir alanı olarak kavramsallaştırmak için öne sürülen argümanlara hazırlarken, aynı zamanda kapitalizm içindeki politik ekonominin karmaşıklıklarıyla, yani bu iktidarın psikiyatrik söylem içinde nasıl ifade edildiği üzerinde belirleyici bir etkisi olabilecek meselelerle de ilgilenme gereğini kabul etmektedir. Bu bölümü, özellikle son dönemdeki işgücünün 'kadınlaşmasına' odaklanarak, kadın rollerinin son 50 yıldaki değişimini tartışan bir kısım izlemektedir. Bu bölüm, kadınların sosyal ve ekonomik kazanımlarına rağmen, kadınlardan kamusal ve özel 'sorumlulukları' arasında 'denge' göstermelerini talep eden ataerkil bir söylemle 'kadınsı' rollerin pekiştirildiği süregelen bir işbölümü gerçeğini vurgulamaktadır. Makalenin dördüncü bölümünde, adet öncesi disforik bozukluk (PMDD) ve kadın cinsel ilgi/uyarılma bozukluğu (FSI/AD) gibi spesifik 'kadınlaştırılmış' DSM sınıflandırmalarına ilişkin önceki feminist analizlerin ana hatlarının çizilerek, psikiyatrinin ataerkilliğin bir alanı olarak bu tür 'saygın kadınlık' kavrayışlarını yansıtma ve dayatma rolü değerlendirilmektedir. Sonuncudan önceki bölüm, bu bulguların, kadınların neden kendilerini 'mental bozukluğu' olan şeklinde etiketleyebileceklerine dair potansiyel nedenlerin bir değerlendirmesi de dahil olmak üzere, önceki akademik çalışmalar ışığındaki çıkarımlarını ele almaktadır. Makale, neoliberal toplumda psikiyatrik söylemin gelecekteki analizleri için verimli yönler öneren kısa bir sonuçla tamamlanmaktadır.
Arka Plan
Feminism & Psychology dergisinde yakın zamanda Lafrance ve Wigginton (2019: 535), feminist akademisyenlerin psikolojik bilimler içinde üretilen bilgiyi 'kaçınılmaz şekilde politik' ve ataerkil ile kapitalist iktidarın potansiyel alanları olarak sorunsallaştırmadaki önemli çalışmalarını bize yeniden hatırlatmıştır. Chesler'ın (1972) çığır açan kitabı Women and Madness'in yaklaşık 50 yıl önce yayımlanmasından bu yana, bir dizi eleştirel feminist akademisyen de psikiyatriyi, 'erkeklerin kadınlara hükmettiği, baskıladığı ve sömürdüğü toplumsal yapılar ve pratikler sistemi'nin (Walby, 1989: 214) bir parçası, yani ataerkil bir kurum olarak kuramsallaştırmıştır. Akıl sağlığı sistemi içindeki kadınların süregiden aşırı temsilini göz önüne aldığımızda, bu temel önerme psikiyatrik 'bilim'in halihazırda erkek önyargısıyla bulaştığını ve zihne ilişkin hakim teorilerin kadınları güçsüzleştirmek için üretildiğini bize hatırlatmaktadır. Cosgrove ve Riddle'ın (2004: 128) 'akıl hastalığı' sınıflandırmaları hakkındaki yorumuna göre, bu sınıflandırmalar 'değerden arınmış gerçekleri temsil etmez – onlar davranışı tanımlamanın sosyokültürel ve sosyotarihsel olarak özgül biçimleridir ve inşaları eril ayrıcalığı içerir'. Ataerkil aygıtın bir parçası olarak, akıl sağlığı sisteminin rolü özellikle kadınların baskılanmasını destekleyen ve eril otoriteye ayrıcalık tanıyan toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmek ve pekiştirmek olmuştur. 'Erillik' ve 'dişilliğin' tarihsel ve kültürel olarak değişken doğasına rağmen, psikiyatrik söylem bu toplumsal cinsiyet rollerini erilliğin ve dişilliğin, erkeklerin ve kadınların gerçekte ne olduğunun temel gerçekleri olarak 'doğallaştırmıştır'. Sonuç olarak, akademik psikiyatriden, APA'dan gelen açıklamaların ve DSM’de görünenlerin büyük bir kısmı 'yalnızca ataerkil retoriktir ve erkeklerin arzularını ve hayal kırıklıklarını temsil eder' (Penfold ve Walker, 1983: iii).
Tarihsel ve çağdaş akıl hastalığı sınıflandırmaları, doğru ve saygın dişilliğin heteroseksüel kadının hane içi alandaki destekleyici ve itaatkar duygusal ve üreme sorumluluklarıyla ilişkilendirilmesine dair ataerkil klişeleri pekiştirmekte, bu rollerden sapmaları 'akıl hastalığı' etiketleri ve ilaçlar, elektrokonvülsif terapi ve lobotomiler gibi düzeltici 'tedaviler' ile cezalandırmaktadır. Örneğin Chesler (1972: 164), 1970'lerde akıl hastanelerinde görüşme yaptığı kadınların yarısının 'öfke, küfretme, saldırganlık, kadınlara duyulan cinsel sevgi, genel olarak artan cinsellik ve hane içi ile duygusal-şefkat hizmetlerini yerine getirmeyi reddetme gibi karşı cins özellikleri sergilediğini' vurgulamıştır. Daha yakın tarihli bir çalışmada ise Ussher (2011: 76), psikiyatristlerin davranışı tanılarken sergilediği toplumsal cinsiyet önyargılarına dair ampirik kanıt dalgasından yararlanarak şu savı ileri sürmüştür:
Klinisyenler tarafından kullanılan toplumsal cinsiyet kalıp yargıları, kadınların özünde daha uyumsuz olarak konumlandırılmasına yol açar; sağlık profesyonelleri kadınların deli olmasını bekler… bu nedenle onu aramaya ve orada olmasa bile görmeye daha yatkındırlar.
Kadınların deneyim ve davranışlarını 'akıl hastalığı' kanıtı olarak patolojize etme eğilimi, bazı araştırmacılar tarafından akıl sağlığı sisteminin erkekler tarafından kız ve kadınlara yönelik yüksek düzeydeki fiziksel, duygusal ve cinsel şiddeti inkar etmesiyle ilişkilendirilmiş olup, daha önceleri histerik ve depresif veya daha yakın dönemde sınırda kişilik bozukluğu (BPD) veya kadın cinsel ilgi/uyarılma bozukluğu (FSI/AD) tanısı konan pek çok kişinin erkek şiddetinden kurtulanlar olduğu bilinmektedir (Burstow, 2006; Caplan, 1995: 237; Masson, 1992; Spurgas, 2016; Ussher, 2011: 81). Showalter (1985) bu kanıtlara, kadınlar ve delilik üzerine sosyotarihsel bir analizle ekleme yapmış ve histeriden nifomaniye, şizofreniden depresyona kadar 'akıl hastalığı' etiketlerinin kadınların erkeklerden ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve cinsel bağımsızlığını kısıtlamak için nasıl kullanıldığını göstermiştir (örneğin, süfrajet hareketinin destekçilerinin histeri ile etiketlenmesi yaygınken, 'işbirliği yapmayan kadın eşler' mastürbatör deliliğindan mustarip olarak etiketlenip kadın sünnetine maruz bırakılabiliyordu; Showalter, 1980). Ussher'ın (2011: 73) sonucuna göre:
Tüm bu vakalarda kadınlar, belirli bir tarihsel dönemde norm olarak kabul edilen dişillik ideallerini ihlal etmiştir: on dokuzuncu yüzyılda aykırı dini inançları benimsemek veya bağımsız bir hayat istemek; yirminci yüzyılın ilk yarısında heteroseksüel evlilik dışında cinsel olarak aktif olmak, şiddet uygulamak veya eş ve anne olmayı reddetmek. Dolayısıyla, delilik tanısı 'öteki' olanı, uyum sağlamak için 'tedaviyi' hak edeni tanımlamaya hizmet ederken, aynı zamanda normatif dişilliğin sınırlarını da korur.
Yalnızca kadınsı nitelikler 'akıl hastalığı' semptomlarıyla ilişkilendirilmekle kalmaz, bunlardan kaçınmak da aynı şekilde ilişkilendirilir. Chesler'ın (1972: 40) ifadesiyle, '[ç]oğu kadın depresyon, cinsel isteksizlik, paranoya, psikonöroz, intihar girişimi ve anksiyete gibi "kadınsı" psikiyatrik semptomlar sergiler'. Ancak bu tür cinsiyet rolü kalıp yargılarının reddi, kadınların 'şizofrenik', 'lezbiyenlik' veya 'hafifmeşreplik' gibi 'daha az kadınsı' davranışlar kapsamında hastaneye yatırılmasına yol açmıştır (Chesler, 1972: 56). Psikiyatrinin ataerkil toplumdaki rolünü özetleyen Penfold ve Walker (1983: viii), bu tür toplumsal cinsiyet klişelerini bilimsel teori olarak sahiplenmek suretiyle 'psikiyatrinin, fiili tedavi ve tecrit uygulamalarının ötesinde ve üzerinden, bir sosyal kontrol biçimi olarak işlev gördüğünü' teyit eder.
Ancak bazı feminist akademisyenler, Batı toplumunda psikiyatrik düzenlemenin kesin doğasını anlamlandırabilecek daha incelikli ve karmaşık bir kuramsallaştırma çağrısında bulunmuştur. Busfield'in (1996: 230–1) belirttiği gibi, psikiyatriye yalnızca eril düzenlemenin bir alanı olarak odaklanmak, hem akıl sağlığı sistemi içindeki hem de ötesindeki erkeklerin baskılanmasını (örneğin, işgücü piyasasında, ceza adalet sisteminde vb.) göz ardı edebilir. Busfield (1996: 233) şu ifadelerle belirtir: 'Temel mesele [akıl sağlığı sistemindeki] düzenlemenin yokluğu veya varlığı değil, ne gerekçelerle, hangi amaçlarla ve kimin çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğidir.' Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Busfield (1996: 6–7), feministlerin akıl hastalığı sınıflandırmalarını toplumsal cinsiyetlendirilmiş olarak kuramsallaştırdıklarını, ancak 'bu kavramların kendisini en iyi nasıl kuramsallaştırabileceğimiz konusunda oldukça az şey söylediklerini' kaydeder. Ona göre, 'toplumsal cinsiyeti akıl hastalığı kategorilerinin inşasına bağlayan kesin mekanizmalar' üzerine (Busfield, 1996: 7) daha yoğun bir analiz gereklidir. Buna karşılık olarak, Ehrenreich ve English (2005, 2011) ile Penfold ve Walker (1983) gibi akademisyenlerle birlikte Busfield (1996: 236), akıl sağlığı sisteminin politik ekonomisinin bir analizini talep eder, zira toplumsal cinsiyetlendirilmiş akıl hastalığının değişen ifadeleri 'bizzat maddi kaynaklar ve sosyal fırsatlar tarafından şekillendirilir'. Dolayısıyla bu yazarlar tarafından, psikiyatrik söylemin yalnızca patriarkanın gerekliliklerinden değil, aynı zamanda kapitalizmin gerekliliklerinden de şekillendiği kabul edilmektedir. Aşağıdaki bölüm, kadınların hane içi ve kamusal alandaki rollerini değiştirerek, neoliberal toplumda psikiyatrik söylemin ve 'akıl hastalığının' kadınlaştırılmış kategorilerinin değişen doğasına ilişkin değerlendirmemizin zeminini oluşturan, kapitalist toplumda gerçekleşmiş en çarpıcı değişikliklerden bazılarını değerlendirmektedir.
İşgücünün 'Kadınlaşması'
Hagen ve Jenson'ın (1988: 3) belirttiği gibi, 'savaş sonrası yıllarda sanayi toplumlarındaki en çarpıcı değişikliklerden biri, kadınların ücretli işgücüne katılımının yoğunlaşması olmuştur.' En çok gelişmiş ülkelerde kadınların işgücüne katılım oranı şu anda yetişkin kadın nüfusunun yarısını aşmakta ve ortalama %69 seviyesinde seyretmektedir (ancak bu rakam, ortalama %81 olan erkek oranından halen önemli ölçüde düşüktür) (Uluslararası Çalışma Örgütü, 2018: 7). 1970'ler ile 1990'lar arasındaki bu artışın bir temel yönü, Batı kapitalizminin maddi temelinin imalattan bilgi ve hizmet sektörü endüstrilerine kayması ve özel alanda geleneksel olarak 'kadın işi' olarak görülen beceri setleri ile mesleklere olan talebi doğurmasıydı. Goodman (2013: 8) da, 'sosyalleşme süreçlerindeki genişleyen pazarlarla ilgili hizmet, bakım ve duygusal işlerin artan hakimiyeti' ile birlikte bir iş 'kadınlaşmasına' dikkat çeker. Ancak, kadınların ücretli işgücü piyasasına katılımındaki artışa rağmen, önemli toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri sürmektedir: kadınlar aynı işi yaparken erkek maaşlarının yaklaşık yalnızca %80'ini kazanmaya devam etmekte ve bu ücret farkı şu anda daralma belirtisi göstermemektedir (Goodman, 2013: 1); erkeklerle karşılaştırıldığında, kadınlar yönetim pozisyonlarında yeteri kadar temsil edilmemekte ve düşük ücretli ve güvencesiz istihdam biçimlerinde kadınların bulunma olasılıkları daha yüksektir (Grant Thornton, 2012; Uluslararası Çalışma Örgütü, 2018: 7); kadınlar hane işlerinin çoğunluğunu yapmayı sürdürmekte ve bakım sorumluluklarında başlıca görevi üstlenmektedir (Charmes, 2019; Young, 2018: 16); ve mutlak yoksulluk içinde yaşayanların çoğunluğu, genellikle anneler olmak üzere kadınlardır (Giles, 2014: 1). Braedley ve Luxton'un (2010: 13–15) özetlediği gibi, refah devleti kapitalizminden neoliberal kapitalizme geçişin kadınlar için sonuçları genel olarak daha düşük ücretler, yeterli sosyal destek olmaksızın anneliğe dair süregiden sorumluluk ve erkeklerin kontrol etmeye devam ettiği bir ekonomik ortamda rekabet etme gereğinin artması olmuştur. Giles (2014: 6) tarafından bu politik paradigma, 'çocuk bakım desteği eksikliği nedeniyle annelerin çoğunluğunu ya kötü ücretli iş alanına girmeye ya da tam zamanlı bakıcı olmaya zorunlu kılarak' 'seçenek' yaratmak yerine ortadan kaldıran bir durum olarak not edilmiştir.
Temelde, Goodman'ın (2013) savunduğu gibi, neoliberal toplumda işgücünün kadınlaşması, sermayenin ihtiyaçları için kadınların süregiden sömürüsünü simgelemektedir; bunu yaparken kapitalizm, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları yıkmak yerine pekiştirir. Onun ifadesiyle, 'sermaye, salt artığı büyütmek için dişilliğin ekonomik kullanım alanını genişletmektedir' (Goodman, 2013: 4). Neoliberalizm içinde dişillik, 'ilkel birikim' için başlıca bir alan, kullanılmamış artı değeri çıkarmak için yeni bir kaynak haline gelmiştir. Kadınlar daha önce özel alanda sermaye birikimi için ücretsiz emek kaynağı olmuşken, şirket konsolidasyonu ve finansallaşmanın mevcut aşaması, bu aynı çalışma biçimlerinin kamusal alanda sömürü için olgunlaştığı anlamına gelmektedir. Goodman'ın (2013: 2) öne sürdüğü gibi, '[ö]rneğin, sosyallik ve duygular daha önce özel yaşamın ilk işaretleri, hane içi aracılığıyla "kadın işi" olarak tanımlanmış olabilir, ama şimdi bunlar bir endüstri haline gelmiş, özün yeniden keşfine dair özelleştirilmiş süreçlerde karlı metalar olarak üretilip satılmaktadır'. Goodman (2013: 5) ayrıca, kadınların işgücünün artan bir oranını oluşturmasıyla birlikte, bunun toplumsal cinsiyete dayalı ücret farkı aracılığıyla (ki yazdığı dönemde erkeklere ödenen her dolar için 23 sentlik bir farkı temsil ediyordu) şirketler için salt karları artırdığını gözlemlemiştir – '[s]ermayenin toplumsal cinsiyete ihtiyacı vardır ve toplumsal cinsiyeti yaratır,' der, 'böylece dolar başına 23 sentlik artığı yutabilir'.
İşgücünün kadınlaşması ücretli işgücündeki toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünü temelden değiştirmezken, bu durum hane içi çalışma için de geçerlidir (Weeks, 2011: 9). Giles'ın (2014: 3) belirttiği gibi, 'neoliberalizmin özünde anneleri tam merkezine yerleştiren bir ahlak anlayışı vardır'; piyasa aktörlerini öncelese de, işgücünün yeniden üretimi ve kadınların özel alanda gerçekleştirdiği duygusal emek, kapitalizmin devamı için hayati önem taşımaya devam etmektedir. Bu nedenle neoliberal toplum, dişilliğin, gerektiğinde ücretli çalışmaya katılsa da ailenin ihtiyaçlarını bundan feda etmeyecek kadınla bağlantılı olduğu fikrini pekiştirme yoluna gitmiştir. 21. yüzyılda bu toplumsal cinsiyet polisliği, Goodman'ın (2013: 7) 'kadınlara karşı savaş' olarak tanımladığı ve şunları içeren popüler biçimi almıştır:
çocuklardaki suçluluk, dikkat eksikliği, akıl sağlığı, öğrenme yetenekleri, obezite, sapkınlık ve genel kötü davranışa dair, bu tür iddialarda bulunanlar tarafından genellikle ağırlıklı olarak anneler (en sık olarak, çalışan anneler) tarafından uygulandığı iddia edilen bir tür zararlı ebeveynlikle ilişkilendirilen, ahlakçı bir kamusal endişe.
Rottenberg'e (2018: 47) göre bu ahlaki panik, 'feminist ve kadınların kazanımlarına karşı ataerkil bir tepkiye' yol açmıştır ve bu tepki 'yukarı doğru hareketliliğe sahip kadınların erkekler kadar hızlı veya ileri gitmemesini sağlamaktan' başka bir işe yaramaz. Giles'ın (2014: 4) belirttiği gibi, '[a]nneler piyasa içinde ne kadar bütünleşirse, anneliğe dair özcü ve annelik-merkezci kavrayışlar o kadar baskın hale gelir'. Bu durum, 'çalışan anne' gibi güçsüzleştirici ve toplumsal cinsiyetlendirilmiş terimlerin Batı toplumunda her yerde görülmesine ve kadınların iş ile aile talepleri arasında 'denge' sağlaması gerektiğine dair (McRobbie'nin [2009: 155] 'hanedeki hiyerarşik toplumsal cinsiyet normlarını yeniden tesis etme eğiliminde' olduğunu savunduğu bir nosyon) giderek büyüyen bir söyleme yol açmıştır. Bu temalar neoliberal toplumda o kadar baskın ve güçlü hale gelmiştir ki, Rottenberg (2018) anaakım liberal feminizmin bu değerleri sorgulanmaksızın içselleştirdiğini –onun tabiriyle 'neoliberal feminizm'e yol açtığını– ve artık çalışan kadınların 'iyilik hali' ve kendileri üzerinde çalışma yoluyla kariyer ve ev yaşamlarında 'dengeyi' müzakere etmenin yollarını düşünmeleri gerektiğini öne sürmektedir. Sonuç olarak, '"kadın" sorunu artık eşitlik (erkekler ve kadınlar arasında veya kadınların kendi aralarında), kadın hakları, kadın özerkliği veya özgürleşmeyi nasıl anladığımızı yeniden düşünmekle değil, duygulanım, davranış değişikliği ve çok yönlü kişisel gelişimle ilgili görünmektedir' (Rottenberg, 2018: 42). Kadınlar için ataerkil iktidara yapısal çözümlerden bireysel olanlara bu geçiş, izleyen bölümde tekrar ele alınacaktır, ancak burada tanınması önemli olan şey, işgücünün kadınlaşmasının ve işgücü piyasasında aktif kadın sayısındaki artışın, neoliberal toplumda toplumsal cinsiyet rollerinin baskın yapılarını ve bunların kadınlara ve erkeklere uygulanışını temelde değiştirmemiş olmasıdır. Bunun yerine, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü, kadınların hala başlıca evde konumlandırıldığı ve kamusal yaşamın ağırlıklı olarak erkekler için bir alan olmaya devam ettiği cinsiyet kalıp yargılarının ideolojik yeniden üretimi yoluyla başarıyla sürdürülmüş ve pekiştirilmiştir. Goodman (2013: 5) şu sonuca varmıştır:
Kapitalist genişleme artık toplumsal cinsiyetlendirilmiş değerin kültürel üretimine o kadar temel bir şekilde bağlı olduğu için, yalnızca kadın emeğiyle ilgili feminist teori ve politik ekonominin geleneklerini değil, aynı zamanda sermayenin toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün yeni konuşlandırılmasını teşvik eden kültürel metinleri, anlatıları ve edebiyatı analiz etmek de acil bir hal almıştır.
Bir sonraki bölüm, DSM içindeki psikiyatrik söylemin, nosolojisinin 'kadınlaşması' aracılığıyla hem işte hem de evde toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün bu yeni hatlarını yansıtacak şekilde nasıl biçimlendiğini somut yollarıyla tartışacaktır. Önerileceği üzere bunun etkisi, kadınları toplumsal cinsiyet rolü pekiştirmesi yoluyla denetlemeye devam etmek, ancak bunu kadınların itaatkarlığının yanı sıra üretkenliklerinin öz-izlemesini talep eden, neoliberal ve kadınsılaşmış bir ekonominin değişmiş koşulları altında yapmaktır.
DSM'nin 'Kadınlaşması'
Bu bölümde, 1980'de DSM-III'ün yayınlanmasından bu yana DSM'ye çeşitli yeni 'kadınsılaştırılmış' akıl hastalıklarının eklenmesini eleştirel olarak inceleyen feminist akademisyenlerin çalışmalarından yararlanıyoruz. Burada 'kadınsılaştırılmış' bir tanı olarak anladığımız şey şunlardan biri olabilir: yalnızca kadınlara özgü bir kategori olarak tanımlanmış (örneğin, DSM-5'teki kadın orgazm bozukluğu); veya DSM'nin kadınların bu bozuklukta orantısız şekilde temsil edildiğini açıkça belirttiği (örneğin, DSM-III'te 'kadınlarda daha sık teşhis edilir' şeklinde tanımlanan panik ataksız agorafobi; APA, 1980: 226); veya kadın rollerinin bir şekilde tanıyla bağlantılı olduğunu ima ettiği (örneğin, DSM-IV'te sakinleştirici, hipnotik veya anksiyolitik kötüye kullanımında hastanın 'hane görevlerini ihmal edebileceği' ifade edilir; APA, 1994: 263). Her DSM'deki tanı kategorileri ve eşlik eden semptomoloji yelpazesindeki daha genel artışla birlikte (Davies, 2013: 2), zamanla DSM'deki kadınsılaştırılmış akıl hastalıklarının sayısında da bir artış olmuştur (Cohen, 2016: 152). Bu yeni sınıflandırmalar şunları içermiştir: DSM-III'te (APA, 1980) anoreksiya nevroza, sınırda kişilik bozukluğu (BPD), Bağımlı Kişilik Bozukluğu (BKB), Yaygın Anksiyete Bozukluğu, Histriyonik Kişilik Bozukluğu (HKB) ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu; DSM-III-R'da (APA, 1987) Beden Dismorfik Bozukluğu, Kadın Cinsel Uyarılma Bozukluğu (KCUB), Cinsiyet Kimlik Bozukluğu (CKB) ve Hipoktif Cinsel İstek Bozukluğu (HCİB); DSM-IV'te (American Psychiatric Association, 1994) Kadın Orgazm Bozukluğu; DSM-IV-TR'da (APA, 2000) Tıkanırcasına Yeme Bozukluğu; ve DSM-5'te (APA, 2013) Akut Stres Bozukluğu ile Premenstrüel Disforik Bozukluğu (PMDB) (her DSM'de tanımlanmış tam tanı listesi için bkz. Cohen, 2016: 221–3). CKB ve KCUB şu anda sırasıyla daha akışkan tanı kategorileri olan Cinsiyet Disforisi ve Kadın Cinsel İlgi/Uyarılma Bozukluğu (KCIB) içinde yer alsa da, tüm bu sınıflandırmalar DSM-5'te güncel olarak varlığını sürdürmektedir.
Marecek ve Gavey (2013: 6), ortaya çıkan bu kadınsılaştırılmış kategorilerin 'toplumsal cinsiyet, cinsel ifade, toplumsal cinsiyet düzeni ve heteronormativiteye ilişkin geçerli ahlaki anlayışlar ve normlarla bağlantılı' olarak anlaşılabileceğini öne sürmüştür. Feminist akademisyenlerin DSM-III'ün tanıtılmasından bu yana yürüttüğü analitik çalışmaları yansıtırken, PMDD ve BPD gibi yeni tanıların ataerkil toplumun taleplerini yansıttığı düşünülebileceğini, zira 'kadınlarda sorunlu davranışı düzenlemek için kendi zamanlarının ve mekanlarının baskın ideolojileriyle yoğrulmuş' olduğunu savunmaktadırlar (Marecek ve Gavey, 2013: 6). Yukarıdaki, işgücünün artan 'kadınlaşması' ile neoliberal toplumda kadınların değişen statüsüne ve bunun sonucunda, kazanımları sınırlamak için işyeri ve hane talepleri arasında 'denge'yi koruma gerekliliği yoluyla gerçekleşen ataerkil kapitalist tepkiye dair tartışmanın ardından, izleyen iki alt bölümde bu ideolojinin her iki mekanla da ilgili bir dizi yeni tanı kategorisine nasıl yansıdığını göstermeyi amaçlıyoruz.
– İşyeri Rollerini Kısıtlama
Jimenez'e (1997) göre, DSM-III'e DPD, BPD ve HPD gibi kadınsılaştırılmış kişilik bozukluklarının eklenmesi, ikinci dalga feminizmin başarıları ve kadınların işgücüne artan katılımı bağlamında değerlendirildiğinde oldukça anlamlıdır; bu etiketler 'hegemonik dişilliğe dair normatif işaretler sunar' (Daley vd., 2012: 957) ve burada özgürleşmiş kadın ne bağımlı ne de itaatkardır, ancak aynı zamanda dürtüsel veya aşırı iddiacı olmaktan da kaçınır. Jimenez'in (1997: 167) ifadesiyle:
Bu kişilik bozuklukları, ruhsal açıdan sağlıklı kadını, toplumsal değişimle yenilenen ve enerji bulan, artık erkeklere bağımlı olmayan, ancak aynı zamanda ne öfkeli ne de saldırgan olan biri olarak tanımlar. [DSM] kriterlerine göre, ruhsal açıdan sağlıklı bir kadın cinselliğini dizginler ve yeni güçlerini erkekleri manipüle etmek için kullanmaz.
Psikiyatri içinde 'yoğun aşağılayıcı çağrışımları' olduğunu belirten Becker'in (1997: xv) bir 'çöp tenekesi kategorisi' olarak nitelendirdiği BPD tanısı, duruma ilişkin çarpıcı bir örnektir. DSM-5 (APA, 2013: 664), BPD'li bireylerin '[k]olayca sıkıldığını', 'sık sık uygunsuz, yoğun öfke gösterdiğini veya öfkelerini kontrol etmekte güçlük çektiklerini' ve 'aşırı alaycılık, veya sözlü patlamalar sergileyebileceklerini' belirtir. Neredeyse yalnızca kadınlara uygulanan (APA, 2013: 666; Becker, 1997: xxii–xxiii) bu tanı, 21. yüzyılda en yaygın kişilik bozukluğu haline gelmiştir (Bourne, 2011: 76). Tartışmaya açık bir şekilde, BPD, neoliberal kadın için, ücretli işgücündeki yeni 'özgürlüklerinin' aileye karşı süregiden sorumlulukları karşısındaki sınırlarını kabul etmesini talep eden bir ahlaki kod dayatır. Jimenez'in (1997: 167) özetlediği gibi, 'Bu [kişilik bozukluğu] tanıları toplu halde, psikiyatrinin yalnızca toplumsal cinsiyet rolü düzenlemelerindeki değişimlere yanıt verme değil, aynı zamanda bunların etkisini sınırlama yeteneğini gösterir.'
Saygın dişilliği pekiştirirken kadınların ücretli istihdamdaki ilerlemesini kısıtlamada belki de en iyi örnek teşkil eden, APA tarafından DSM-5'te tam teşekküllü bir psikiyatrik bozukluk olarak tanıtılan PMDD olabilir. Bu bozukluğun 'semptomları' arasında 'enerji eksikliği', 'belirli gıdalara aşırı istek duyma' ve 'göğüs hassasiyeti veya şişkinliği, eklem veya kas ağrısı, "şişkinlik" hissi veya kilo alımı gibi fiziksel semptomlar' yer alır (APA, 2013: 172). Eleştirel akademisyenlerin açıkladığı gibi, PMDD psikiyatri tarafından adet görme olgusunun tıbbileştirilmesini ve kadın bedenlerinin daha da ileri bir patolojizasyonunu temsil eder (Caplan, 1995; Chrisler ve Caplan, 2002; Ussher, 2018). PMDD etiketi, Nicholson'ın (1995: 783) '[b]ilim insanları ve klinisyenlerin adet döngüsüne ilişkin bilgi iddialarının... kadın düşmanlığı tarihi içine gömülü olduğu' şeklinde tarif ettiği kapsamlı tıbbi soy ağacının yalnızca en son halkasıdır. Daha önce premenstrüel gerginlik (PMT) ve premenstrüel sendrom (PMS) etiketleriyle, ayrıca PMDD'nin öncülü ve ilk kez DSM-III-R ekinde yer alan geç luteal faz disforik bozukluk (LLPDD) adı altında yaygınlaşan bu olguya ataerkil tıbbın odaklanması, (konuya dair kesin olmayan kanıtlara rağmen, örneğin bkz. Nicholson, 1995: 781) adeti ciddi şekilde güçten düşürücü olarak ele alarak, kadınların aile ve ev sorumluluklarına 'doğal olarak' uygun olduğu mitlerini yeniden somutlaştırmaya çalışmıştır. Martin'in (2001: 120) bize hatırlattığı gibi, bu bilimsel söylemin son yüz elli yıldaki popüler yeniden ortaya çıkışı, kadınların 'erkekler için tam istihdama bir engel teşkil ettiği' dönemlerde gerçekleşmiştir.
1874'te Henry Maudsley, kadınların ayda bir hafta 'entelektüel olarak dezavantajlı' ve 'az çok hasta ve ağır iş için uygun olmadığını' öne sürmüş (Studd, 2006: 412'de alıntılanmıştır); 1931'de ise PMT terimini ilk kez kullanan doktor Robert T. Frank, kadınların '[PMT'den] rahatlama bulma arzusu' nedeniyle hane dışında ücretli iş yapma becerilerini sorgulamıştır (Johnson, 1987: 339'da alıntılanmıştır). Günümüzde DSM-5, '[PMDD'nin] semptomlarının klinik açıdan anlamlı stres veya iş, okul, olağan sosyal faaliyetler veya başkalarıyla ilişkilerde aksamayla (örneğin sosyal faaliyetlerden kaçınma; işte, okulda veya evde üretkenlik ve verimlilikte azalma) ilişkili olduğunu' belirtmektedir (APA, 2013: 172). Feminist akademisyenlerin, kadınların biyolojilerinin kurbanları ve 'azgın hormonlara' tabi olarak bu süregiden patolojizasyonuna ilişkin not ettikleri gibi, bu tanılar 'geleneksel dişillik inşalarını meşrulaştırmaya' (Cosgrove ve Riddle, 2003: 37) ve pilot, doktor ve başkan gibi üst düzey profesyonel ve kamusal pozisyonları üstlenmek de dahil olmak üzere 'kadınların eşit fırsatlara erişimini kısıtlamaya' hizmet eder (Ussher ve Perz, 2013: 133). PMDD'nin, kadınların ücretli iş piyasasında önemli kazanımlar elde ettiği bir dönemde öne çıkması bir rastlantıdan fazlasıdır; Blake'in belirttiği gibi, bu tür etiketleme 'kadınların rolü ve davranışına ilişkin kültürel varsayımlardan etkilenir' (Offman ve Kleinplatz, 2004: 24'te alıntılanmıştır). Aslında Johnson (1987: 348), 'kadınların o kültürlerin toplumsal yapılarındaki statü ve rollerinde benzeri görülmemiş bir değişim' zamanında ve 'kadınların hem üretken hem de yeniden üretken olmasına yönelik çelişkili toplumsal beklentilerin' (Johnson, 1987: 337) olduğu bir zamanda 'PMS' gibi etiketler ortaya çıktığında hiç şaşırmamamız gerektiğini öne sürer. PMDD tanısı, kadınları iş sorumluluklarını ailenin üzerine koymamaları konusunda uyarır; bu durum, Johnson'ın (2004: 345) kadınların ağırlıklı olarak ev hanımı, bakıcı, anne ve eş olarak tasvir edildiğini ve hiçbir zaman hane içi ortamın dışında gösterilmediğini tespit ettiği, PMDD'nin tercih edilen psikofarmakolojik tedavisi olan sarafem ilacının reklamlarında yakalanmıştır.
– Üreme Rollerini Pekiştirme
BPD ve PMDD etiketleri kadınların işgücündeki ilerlemesini kısıtlamayı amaçlarken, feminist akademisyenler DSM-III'ten bu yana 'cinsel işlev bozukluklarına' artan odaklanmanın, cinselliği başlıca cinsel ilişki ve üremeyle ilişkilendiren heteronormatif idealleri yeniden üreterek kadın cinselliğine dair kavrayışları kısıtladığını da savunmuştur (Tiefer, 2001: 90). Flore'un (2016: 321) açıkladığı gibi, 'DSM-III psikoseksüel bozuklukların nosolojisini, onları öncelikle cinsel dengesizlik sorunuyla ilişkilendirerek dönüştürmüştür'. Yani, FSAD ve HSDD gibi yeni tanılar, cinsel ilgi, uyarılma, istek ve performanstaki dalgalanmalarla ilişkili olarak cinsel 'iştahı' vurgulamış ve bunlarda eksiklik bulunması halinde patolojik olarak etiketlenebileceğini öne sürmüştür (Flore, 2016: 322). Yeni milenyumdaki bu değişikliklerin önemi, Tiefer (2002: 127) tarafından, '[k]adınlar için fırsatlar özgürleşirken, cinsellik tıbbileştiriliyor' ve APA 'küresel cinsel normların hakemi haline geliyor' (Tiefer, 2014: 925) şeklinde ifade edilerek özetlenmiştir.
DSM-5'te FSAD tanısından FSI/AD tanısına geçiş ve bunun sonucunda kadınların HSDD etiketinden çıkarılması, tartışmasız bir şekilde, psikiyatrinin kadınlardan partnerlerinin cinsel ihtiyaçlarına sürekli yanıt vermelerini talep ederken aynı zamanda üreme sorumlulukları konusunda da sürekli tetikte olmalarını gerektiren ataerkil ve kapitalist gereklilikleri pekiştirmesinin temel bir örneğidir. Bu değişiklik, kadınların FSI/AD tanısı alması için gerekli kriterlerin bir parçası olarak 'istencin yok edilmesine' yol açmıştır (Spurgas, 2013: 187) (HSDD artık DSM-5'te erkek hipoktif cinsel istek bozukluğu – MHSDD – haline gelmiştir). Bunun yerine, kadınlar artık 'yalnızca cinsel partnerlerinin yaklaşımlarına uygun şekilde yanıt vermediklerinde bozukluk tanısı alır' (Spurgas, 2013: 200). Örneğin, DSM-5 'cinsel ilgi/uyarılma bozukluğunun cinsel aktiviteye ilgi eksikliği, erotik veya cinsel düşüncelerin yokluğu ve cinsel aktivite başlatmaktan veya partnerinin cinsel davetlerine yanıt vermekten kaçınma olarak ifade edilebileceğini' belirtir (APA, 2013: 433). Spurgas'a (2013: 187) göre, '"karmaşık", "esnek", "duyarlı" ve "alıcı" uzun süredir popüler bir şekilde dişillikle ilişkilendirilirken, bu [FSI/AD] tanımlayıcıları artık kadın cinselliğinin temel özellikleri olarak çerçevelenmiştir'. Flore'a (2016: 324) göre DSM-5'teki FSI/AD ve MHSDD etiketleriyle yapılan toplumsal cinsiyet ayrımları, 'özellikle cinsel aktivitenin niteliği ve niceliğine dair toplumsal cinsiyetlendirilmiş açıklamalar inşa etmesi bakımından, cinsel işlev bozuklukları dilinde önemli bir değişimi işaret eder'. Burada cinsellik heteronormatif, penetratif ve hala eril istek üzerine kurulu olarak tanımlanırken (Spurgas, 2013: 187; Tiefer, 2001: 90), dişillik sürekli olarak 'hazır ve istekli' olma gerekliliği, bedenin 'izlenmesi, gözetlenmesi, disipline edilmesi ve yeniden şekillendirilmesinden' sorumlu olma ve 'üreme cinselliğinin bekçiliğini yapma' (Gill, Duschinsky ve Chachamu, 2013: 52'de alıntılanmıştır) olarak kavramsallaştırılmaktadır. Tiefer'e (2001: 90) göre, APA'nın son DSM'lerde cinsel sorunlara odaklanması, cinselliği 'aşırı genital, kuşku uyandırıcı şekilde fallosantrik' ve üremeyle uyumlu olarak yeniden üreterek kadınların cinsel özgürleşmesi için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Tartışma
Bu makalenin başlarında, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve yeni milenyumda Batı toplumunda kadınların rolünde önemli değişiklikler olduğuna dikkat çekmiştik. En önemlisi, ücretli istihdamda ve kamusal otorite ve iktidar pozisyonlarındaki kadınların oranı önemli ölçüde artmıştır. 1970'lerdeki kadın özgürlük hareketinin kolektif mücadelesi, ücretsiz hane içi emekten bu kurtuluşu sağlamada önemli bir rol oynamış olsa da, sanayi sonrası kapitalizmin doğasındaki daha yakın tarihli değişimler sözde işgücünün 'kadınlaşmasına' yol açmıştır; yani, özel alanda geleneksel olarak 'kadın işiyle' ilişkilendirilen beceriler, artık dişilliğin özelliklerinin artı değerin ilkel birikimi için başlıca bir alan haline geldiği, büyüyen ücretli istihdam alanlarında arzulanmaktadır. Ancak, ücretli işgücü piyasasına bu geçiş, kadınlar erkek maaş kazananından bağımsız olarak daha fazla ekonomik bağımsızlık ve sosyal statü kazandıkça, ataerkil iktidarı sorgulama potansiyeline sahip olmuştur. Dahası, bu durum kadınların kapitalizm altında geleneksel olarak üreme yetenekleri ve hanedeki ücretsiz duygusal ve bakım sorumlulukları aracılığıyla yerine getirdiği önemli rolleri de tehdit etmiştir.
Kadınlar için bu potansiyel ilerlemelere yanıtın, ataerkil kapitalizmin neoliberal ideoloji ve sivil toplum alanları (eğitim sistemi, dini kurumlar, ceza adalet sistemi ve ayrıca tıp ve psikiyatri dahil) aracılığıyla geleneksel 'kadınsı' toplumsal cinsiyet rolünü pekiştirmek olduğunu öne sürüyoruz. Bu ideoloji, kadınların 'denge' gösterdiği, ücretli istihdamdaki sınırlarını tanıdığı ve 'bir ayağını sıkıca özel alanda tuttuğu' dişillik idealini doğallaştırmıştır (Rottenberg, 2018: 47). Neoliberal politika müdahale ve değişimin yeri olarak benliğe odaklandığı için, akıl sağlığı endüstrilerinin rolü giderek daha önemli hale gelmiştir. Ehrenreich ve English (2011: 148), tıbbın cinsiyet rolü ideolojisini teşvik etmesinin bir parçası olarak, kadınlara bakışın 'hasta' konumundan 'iyi' konumuna pek geçmediğini, daha çok 'fiziksel olarak hasta'dan 'mental olarak hasta' konumuna kaydığını belirtir. Onlara göre, 'Bugün, kadınların temelde kusurlu olduğu cinsiyetçi ilkeyi jinekolojiden çok daha fazla psikiyatri sürdürmektedir; eş ve anne olmakla yetinmeyen hırslı kadın, dişilliğini nevrotik bir şekilde reddeden olarak görülürken, ailesiyle olmakla yetinen kadın ise "çocuksu" olarak görülebilir' (Ehrenreich ve English, 2011: 148). 1980'lerden bu yana 'akıl hastalığının' 'kadınlaştırılmış' kategorilerine ilişkin incelememizin sonuçları, psikiyatrinin toplumsal cinsiyet rollerini denetlemekten sorumlu ataerkil bir kurum olmaya devam ettiğine dair bu feminist argümanı güçlü bir şekilde desteklemektedir. PMDD ve FSI/AD gibi yeni inşa edilen tanılar, kadınlık kavrayışını; ücretli istihdamda veya hane içindeki rollerden sapma gösterdiğinde (örneğin, kariyerinde 'aşırı hırslı' olarak veya ailesine öncelik vermeyerek) daha az 'üretken' olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu fark etmekle yükümlü, sorumluluk sahibi ve çok görevli çalışan anneyle bağlantılı olarak pekiştirir.
Sonuç olarak, neoliberal toplumda kadınlara neden giderek daha fazla 'akıl hastalığı' etiketi konduğunu açıklarken, bunun, ataerkil kapitalizmde özgürleşmiş kadına dair artan kaygılara uyum içinde toplumsal cinsiyet rolünü yeniden üretme ve pekiştirmeye odaklanmasını artırmış hegemonik bir psikiyatrik söylemden kaynaklandığını yapısal olarak kuramsallaştırabiliriz. Görünüşe göre, normal bir tıp uzmanlığının kendi uzmanlık alanında güvenilir ve geçerli bilgi üretme gerekliliğinden bağımsız hale gelen bu söylem, kadın bedenlerinin, duygularının ve deneyimlerinin (ataerkil toplumda kadınların süregiden baskılanmasının sonuçları dahil) 'akıl hastalığı' belirtileri olarak tıbbileştirildiği bir 'kamusal dili' (bkz. Cohen, 2016: 78–9) konuşacak şekilde daha kolay şekillendirilmiştir. Bu söylemin, kadınları, DSM'de verilen 'akıl hastalığı' tanımlarında kendi davranışlarını tanıyabilecekleri (Cohen, 2016: 78) ve karşılığında kendilerini bir tanıyla etiketleyebilecekleri, hatta bu süreç aracılığıyla güçlenmiş hissedebilecekleri şekilde harekete geçirdiğini savunuyoruz (Fullagar, 2018). Öz-tanılama faaliyetleri kadınlar arasında 'akıl hastalığı' sınıflandırmalarındaki artışın bir kısmını açıklayabilse de, aynı zamanda bu artışın büyük çoğunluğunun, zamanla baskın psikiyatrik söylemin psi-profesyonelleri tarafından artan kullanımının ve kadınlara daha fazla sayıda kadınlaştırılmış etiketin uygulanmasının sonucu olarak daha iyi anlaşılabileceği kabul edilmelidir. Bu tür psikiyatrik etiketler ve 'tedavi' seçenekleri, kadınların yerine getirmeye devam ettiği çoklu roller için bir rahatlık ve pratik yönetim sunabilir, ancak bu, akıl sağlığı sisteminin, ataerkil ve kapitalist sistemlerin her ikisinin de atanmış toplumsal cinsiyet rollerine uyacak itaatkar ve söz dinleyen işçilere olan gerekliliklerini yansıtan bir sosyal kontrol kurumu olarak temel rolünü gizleyemez. Bu, tıbbileştirmenin diğer 'itici güçlerinin' (örneğin, ilaç ve sigorta şirketi çıkarları, kamu akıl sağlığı politikaları ve kampanyaları, belirli profesyonel grupların çıkarları ve taban destek gruplarından gelen baskı; daha fazla tartışma için bkz. Cohen, 2016) psikiyatrik söylemin bu büyümesine katkı sağlamadığı anlamına gelmez; daha ziyade, bu itici güçlerin psikiyatrik 'bilim'in ve uygulamanın doğasını nihai olarak şekillendirmede ataerkil kapitalizmin ihtiyaçlarına ikincil kalmaya devam ettiğini vurgulamak içindir.
Sonuç
Bu makalede, kadınların konumunu baskılamaya ve sınırlamaya devam eden toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmek ve pekiştirmekten sorumlu bir ataerkil kurum olarak psikiyatriyi kuramsallaştırmak için önceki eleştirel feminist katkılardan yararlandık. Ancak, Busfield ve diğerlerini takiben, analizimiz aynı zamanda neoliberal toplumda 'akıl hastalığının' kadınlaştırılmış sınıflandırmalarının aldığı kesin inşa ve biçimde psikiyatrik söylemin politik ekonomisini dikkate almanın önemini göstermek için Marksist eleştiriyle de ilgilenmiştir. Buradaki amacımız, akıl sağlığı sistemini yapısal olarak kuramsallaştırmada eleştirel feminist analizin süregelen geçerliliğini göstermek, aynı zamanda tıp profesyonellerinin politik aktörler olmasına dair sahip olduğumuz bilgi birikimine katkıda bulunmaktır. Kadınlar ve psikiyatri üzerine önceki eleştirel araştırma ve fikirlerden ilham aldığımız gibi, kendi analizimizin de başkaları için 'yukarıyı araştırmaya', çağdaş psikiyatrik söylemin doğasını ve biçimini daha fazla sorgulamaya bir sıçrama tahtası görevi görmesini umuyoruz. Örneğin, DSM komitelerinin işleyişi veya kadınlaştırılmış kategorilerin günlük uygulamada nasıl kullanıldığı hakkında daha fazla anlamak, şu anda psikiyatri mesleği ve onların kadınların toplumdaki rollerini denetlemesi hakkında sahip olduğumuz bilgiye önemli ölçüde katkıda bulunabilir.
1980'lerin ortalarında Showalter (1985: 249), '"depresyon" yakında anlamsız bir genel kategori olarak görülürse, başka bir kadın hastalığı (female malady) onun yerini başka bir nesil için alacaktır' yorumunu yapmıştı. Gördüğümüz gibi, bu tür kadın hastalıkları zamanla basitçe çoğalmıştır. On yıl sonra Busfield (1996: 117) daha da ileri giderek, gelecekte psikiyatrik söylemin toplumsal cinsiyetlendirilmiş doğasında bir artışın yanı sıra daha akışkan sınıflandırmalar öngörmüştü. Bunun nedeni:
evrensel bilim standartlarına ideolojik bağlılığın muhtemelen daha düşük olması ve psikiyatrik değerlendirmenin standart araçlarının kullanımının toplumun çoğu kesiminde daha az yaygın olmasının yanı sıra, baş etme ve yönetmenin çoğu zaman toplumsal cinsiyete atanmış görev ve sorumlulukların performansı açısından değerlendirilme biçimidir.
Bu makalede gösterildiği gibi, bunlar ileri görüşlü sözlerdi; geleneksel 'kadın' görev ve sorumluluklarından sapmalara ilişkin ataerkil ve kapitalist kaygılar zamanla arttıkça, DSM'deki kadınlaştırılmış terminoloji ve sınıflandırmaların büyümesine tanık olduk.
References
- Abel, K.M. and Newbigging, K. (2018) Addressing Unmet Needs in Women’s Mental Health. London: British Medical Association.
- Allsopp, K., Read, J., Corcoran, R. and Kinderman, P. (2019) ‘Heterogeneity in Psychiatric Diagnostic Classification’, Psychiatry Research 279: 15–22.
- APA (1980) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 3rd edn. Washington, DC: American Psychiatric Association.
- APA (1987) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 3rd edn rev. Washington, DC: American Psychiatric Association.
- APA (1994) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 4th edn. Washington, DC: American Psychiatric Association.
- APA (2000) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 4th edn rev. Washington, DC: American Psychiatric Association.
- APA (2013) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 5th edn. Arlington, VA: American Psychiatric Association.
- Becker, D. (1997) Through the Looking Glass: Women and Borderline Personality Disorder. Boulder, CO: Westview Press.
- Bourne, J. (2011) ‘From Bad Character to BPD: The Medicalization of “Personality Disorder”’, pp. 66–85 in M. Rapley, M. Moncrieff and J. Dillon (eds) De-medicalizing Misery: Psychiatry, Psychology and the Human Condition. Houndmills, Basingstoke: Palgrave Macmillan.
- Braedley, S. and Luxton, M. (2010) ‘Competing Philosophies: Neoliberalism and Challenges of Everyday Life’, pp. 3–21 in S. Braedley and M. Luxton (eds) Neoliberalism and Everyday Life. Montreal, QC: McGill-Queen’s University Press.
- Burstow, B. (2006) ‘Electroshock as a Form of Violence against Women’, Violence Against Women 12(4): 372–92.
- Burstow, B. (2015) Psychiatry and the Business of Madness: An Ethical and Epistemological Accounting. New York: Palgrave Macmillan.
- Busfield, J. (1996) Men, Women, and Madness. New York: New York University Press.
- Caplan, P.J. (1995) They Say You’re Crazy: How the World’s Most Powerful Psychiatrists Decide Who’s Normal. Cambridge, MA: De Capo Press.
- Charmes, J. (2019) The Unpaid Care Work and the Labour Market: An Analysis of Time Use Data Based on the Latest World Compilation of Time-Use Surveys. Geneva: International Labour Organization.
- Chesler, P. (1972) Women and Madness. New York: Avon Books.
- Chrisler, J.C. and Caplan, P. (2002) ‘The Strange Case of Dr. Jekyll and Ms. Hyde: How PMS Became a Cultural Phenomenon and a Psychiatric Disorder’, Annual Review of Sex Research 13(1): 274–306.
- Cohen, B.M.Z. (2016) Psychiatric Hegemony: A Marxist Theory of Mental Illness. London: Palgrave Macmillan.
- Cosgrove, L. and Riddle, B. (2003) ‘Constructions of Femininity and Experiences of Menstrual Distress’, Women & Health 38(3): 37–58.
- Cosgrove, L. and Riddle, B. (2004) ‘Gender Bias and Sex Distribution of Mental Disorders in the DSM-IV-TR’, pp. 127–40 in P.J. Caplan and L. Cosgrove (eds) Bias in Psychiatric Diagnosis. Lanham, MD: Jason Aronson.
- Daley, A., Costa, L. and Ross, L. (2012) ‘(W)righting Women: Constructions of Gender, Sexuality and Race in the Psychiatric Chart’, Culture, Health & Sexuality 14(8): 955–69, doi:10.1080/13691058.2012.712718
- Davies, J. (2013) Cracked: Why Psychiatry is Doing More Harm than Good. London: Icon Books.
- Duschinsky, R. and Chachamu, N. (2013) ‘Sexual Dysfunction and Paraphilias in the DSM-5: Pathology, Heterogeneity, and Gender’, Feminism & Psychology 23(1): 49–55, doi: 10.1177/0959353512467966
- Dünya Sağlık Örgütü (2013) Mental Health Action Plan 2013–2020. Geneva: World Health Organization.
- Dünya Sağlık Örgütü (n.d.) Gender Disparities in Mental Health. Geneva: World Health Organization.
- Ehrenreich, B. and English, D. (2005) For Her Own Good: Two Centuries of the Experts’ Advice to Women, 2nd edn. New York: Anchor Books.
- Ehrenreich, B. and English, D. (2011) Complaints and Disorders: The Sexual Politics of Sickness, 2nd edn. New York: The Feminist Press.
- Flore, J. (2016) ‘The Problem of Sexual Imbalance and Techniques of the Self in the Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders’, History of Psychiatry 27(3): 320–35, doi: 10.1177/0957154X16644391
- Fullagar, S. (2018) ‘Foucauldian Theory’, pp. 39–45 in B.M.Z. Cohen (ed.) Routledge International Handbook of Critical Mental Health. Abingdon: Routledge.
- Giles, M.V. (2014) ‘Introduction: An Alternative Mother-centred Economic Paradigm’, pp. 1–30 in M.V. Giles (ed.) Mothering in the Age of Neoliberalism. Bradford, ON: Demeter Press.
- Goodman, R.T. (2013) Gender Work: Feminism after Neoliberalism. New York: Palgrave.
- Grant Thornton (2012) Women in Senior Management: Still Not Enough. Chicago, IL: Grant Thornton International.
- Hagen, E. and Jenson, J. (1988) ‘Paradoxes and Promises: Work and Politics in the Postwar Years’, in J. Jenson, E. Hagen and C. Reddy (eds) Feminization of the Labour Force: Paradoxes and Promises. Oxford: Polity Press.
- Jimenez, M.A. (1997) ‘Gender and Psychiatry: Psychiatric Conceptions of Mental Disorders in Women, 1960–1994’, Affilia 12(2): 154–75.
- Johnson, D. (2004) ‘Selling Sarafem: Priestly and Bardic Discourses in the Construction of Premenstrual Syndrome’, Women’s Studies in Communication 27(3): 330–51, doi: 10.1080/07491409.2004.10162479
- Johnson, T.M. (1987) ‘Premenstrual Syndrome as a Western Culture-specific Disorder’, Culture, Medicine and Psychiatry 11(3): 337–56.
- Lafrance, M.N. and B. Wigginton (2019) ‘Doing Critical Feminist Research: A Feminism & Psychology Reader’, Feminism & Psychology 29(4): 534–52.
- Liverpool Üniversitesi (2019) ‘Psychiatric Diagnosis “Scientifically Meaningless”’, Science Daily
- Marecek, J. and Gavey, N. (2013) ‘DSM-5 and Beyond: A Critical Feminist Engagement with Psychodiagnosis’, Feminism & Psychology 23(1): 3–9.
- Martin, E. (2001) The Woman in the Body: A Cultural Analysis of Reproduction, 3rd edn. Boston, MA: Beacon Press.
- Masson, J.M. (1992) The Assault on Truth: Freud’s Suppression of the Seduction Theory. New York: HarperPerennial.
- McManus, S., Bebbington, P., Jenkins, R. and Brugha, T. (eds) (2016) Mental Health and Wellbeing in England: Adult Psychiatric Morbidity Survey 2014. Leeds: NHS Digital.
- McRobbie, A. (2009) Aftermath of Feminism: Gender, Culture, and Social Change. London: Sage. Mental Health Foundation (2017) While Your Back Was Turned: How Mental Health Policymakers Stopped Paying Attention to the Specific Needs of Women and Girls. London: Mental Health Foundation.
- Nicholson, P. (1995) ‘The Menstrual Cycle, Science and Femininity: Assumptions Underlying Menstrual Cycle Research’, Social Science & Medicine 41(6): 779–84.
- Offman, A. and Kleinplatz, P.J. (2004) ‘Does PMDD Belong in the DSM? Challenging the Medicalization of Women’s Bodies’, Canadian Journal of Human Sexuality 13(1): 17–27. Penfold, P.S. and G.A.
- Walker (1983) Women and the Psychiatric Paradox. Montreal, QC: Eden Press.
- Ritchie, H. and Roser, M. (2018) ‘Mental Health’, Our World in Data.
- Rogers, A. and Pilgrim, D. (2003) Mental Health and Inequality. Houndmills, Basingstoke: Palgrave Macmillan.
- Rottenberg, C.A. (2018) The Rise of Neoliberal Feminism. New York: Oxford University Press.
- Showalter, E. (1980) ‘Victorian Women and Insanity’, Victorian Studies 23(2): 157–81.
- Showalter, E. (1985) The Female Malady: Women, Madness, and English Culture, 1830–1980. New York: Penguin.
- Spurgas, A.K. (2013) ‘Interest, Arousal, and Shifting Diagnoses of Female Sexual Dysfunction, or: How Women Learn About Desire’, Studies in Gender and Sexuality 14(3): 187–205, doi: 10.1080/15240657.2013.818854
- Spurgas, A.K. (2016) ‘Low Desire, Trauma and Femininity in the DSM-5: A Case for Sequelae’, Psychology & Sexuality 7(1): 48–67, doi: 10.1080/19419899.2015.1024471
- Studd, J. (2006) ‘Ovariotomy for Menstrual Madness and Premenstrual Syndrome – 19th-century History and Lessons for Current Practice’, Gynecological Endocrinology 22(8): 411–15.
- Tiefer, L. (2001) ‘A New View of Women’s Sexual Problems: Why New? Why Now?’, Journal of Sex Research 38(2): 89–96, doi: 10.1080/00224490109552075
- Tiefer, L. (2002) ‘Beyond the Medical Model of Women’s Sexual Problems: A Campaign to Resist the Promotion of “Female Sexual Dysfunction”’, Sexual and Relationship Therapy 17(2): 127–35, doi: 10.1080/14681990220121248
- Tiefer, L. (2014) ‘Medicine, Sexual Norms, and the Role of the DSM’, AMA Journal of Ethics 16(11): 923–7.
- Uluslararası Çalışma Örgütü (2018) World Employment Social Outlook: Trends for Women 2018. Geneva: International Labour Organization.
- Ussher, J.M. (2011) The Madness of Women: Myth and Experience. London: Routledge.
- Ussher, J.M. (2018) ‘A Critical Feminist Analysis of Madness: Pathologising Femininity through Psychiatric Discourse’, pp. 72–8 in B.M.Z. Cohen (ed.) Routledge International Handbook of Critical Mental Health. Abingdon: Routledge.
- Ussher, J.M. and Perz, J. (2013) ‘PMS as a Gendered Illness Linked to the Construction and Relational Experience of Hetero-femininity’, Sex Roles 68(1–2): 132–50.
- Walby, S. (1989) ‘Theorising Patriarchy’, Sociology 23(2): 213–34.
- Weeks, K. (2011) The Problem of Work: Feminism, Marxism, Antiwork Politics, and Postwork Imaginaries. Durham, NC: Duke University Press.
- Whitaker, R. and Cosgrove, L. (2015) Psychiatry under the Influence: Institutional Corruption, Social Injury, and Prescriptions for Reform. New York: Palgrave Macmillan.
- Young, Z. (2018) Women’s Work: How Mothers Manage Flexible Working in Careers and Family Life. Bristol: Bristol University Press.
* İngilizce "mental illness" kavramı, Türkçe karşılığı olan "ruhsal hastalık" yerine bilinçli olarak "akıl hastalığı" olarak çevrilmiştir. Bu tercih, "mental" kelimesinin Batı felsefe ve tıp geleneğindeki kökenine atıfta bulunmaktadır. Bu gelenek, Descartesçı zihin-beden ikiliği üzerinden şekillenmiş ve modern psikiyatrinin de temelini oluşturan "mind" (zihin/akıl) kavramını, nörobiyolojik süreçlere indirgenebilir, nötr ve seküler bir alan olarak kurgulamıştır. Oysa Türkçe'de "ruh", bedeni aşan, manevi ve bütüncül bir varlık katmanını ifade eder. Bu çeviri tercihi, Batı epistemolojisinden kaynaklanan bu kavramsal hegemonyayı görünür kılmayı ve söz konusu biyolojik indirgemeciliğin altını çizmeyi amaçlamaktadır. Benzer bir eleştirel yaklaşım için bkz. Watters, E. (2010). Crazy Like Us: The Globalization of the American Psyche.