"Türkiye Yüzyılı": Yarım Kalan Devrimin Tamamlanma Mücadelesi
Türkiye'nin 21. yüzyılda, geleneksel Atlantik ekseninden, Avrasya ve ötesine açılımını içeren çok vektörlü bir dış politika yörüngesine geçişi, sıklıkla stratejik bir pivot veya taktiksel bir manevra olarak okundu. Söz konusu dönüşümün salt dış politika tercihlerini aştığını, devletin ontolojik konumlanışına ve iç siyasal meşruiyet temellerine ilişkin daha derin bir sorgulamayı içerdiğini savunuyorum. Atlantikçilik ile Avrasyacılık arasındaki gerilim, yalnızca bir ittifak seçimi değil, Türkiye'nin modernleşme tarihi boyunca süregelen "kimlik", "bağımsızlık" ve "egemenlik" kavramlarına dair felsefî bir hesaplaşmanın tezahürüdür. Millî Güvenlik Kurulu'nun 2002'deki çarpıcı açıklamalarından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2012'deki Şanghay İşbirliği Örgütü vurgusuna, 2017'deki S-400 krizinden Türk Dünyası 2040 Vizyonu kapsamındaki Orta Koridor'a uzanan süreç, Türkiye'nin Batı-merkezli küresel düzendeki bağımlı konumundan "stratejik özerklik" idealine doğru gerçekleştirdiği, kendi tarihsel kodlarıyla uyumlu bir varoluşsal dönüşümünü yansıtmaktadır.
Kemalist Devrim Neden Tamamlanamadı?
Kemalist Devrim'in "yarım" kaldığına dair teşhis, Türk siyasi düşünce tarihinde en etkili ve kalıcı eleştirilerden birini oluşturur. Bu eleştiri, iki farklı ve derin entelektüel damardan beslenir; biri devrimin iktisadi ve sınıfsal temellerindeki zaafa, diğeri ise kültürel, varoluşsal ve epistemolojik köklerindeki kopuşa işaret eder. Birinci damar, devrimi "ileri" ama "tamamlanmamış" bir adım olarak görüp onu tamamlama iddiasındayken; ikinci damar, devrimin baştan "yanlış" bir temelde, toplumun ruhuna yabancı bir zeminde inşa edildiğini savunur.
Sosyoekonomik temelli eleştiri, 1960'lar ve 70'lerde Yön ve Devrim dergileri etrafında kristalleşen sol-Kemalist veya Kemalist sosyalist akımdan gelmiştir. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Cahit Tanyol, Turan Güneş gibi isimlerin öncülük ettiği bu akım, Kemalist Devrim'i tamamlanmamış bir "Millî Demokratik Devrim" olarak kavramsallaştırmış, ancak bu devrimin siyasi bağımsızlık ve üstyapı kurumlarını (cumhuriyetçilik, laiklik) sağlamakla yetinip, ekonomik bağımsızlık ve toplumsal sınıf yapısını dönüştürmekte yetersiz kaldığını iddia etmiştir. Onlara göre kritik hata, köylüyü koruyan köklü bir toprak reformu yapılmaması ve millî bir sanayileşme yerine, eşraf ile ittifak halinde bir "millî kapitalizm"in tercih edilmesidir. Bu, devrimci kadroyu köylüden uzaklaştırmış, halkçılık ve devletçilik ilkelerini kağıt üstünde bırakmıştır. Kısa süreliğine uygulanan devletçilik ise esas itibariyle kapitalizmi geliştirme aracı olmuştur. Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara gelişi, bu akım tarafından, devrimin halk katmanlarına nüfuz edemeyişinin ve köylünün bir "isyanı"nın kanıtı olarak yorumlanmıştır.
Ancak devrimi salt iktisadî ve sınıfsal bir analize indirgemek, meselenin daha derin, düşünsel, kültürel ve ruhsal boyutunu gözden kaçırır. Sol-Kemalist analizin "yarım kalmış" olarak gördüğü devrim, İslamcı ve muhafazakar eleştiri geleneğine göre, zaten baştan köklü bir ontolojik kopuş içermekteydi. Devrimin esas zaafı, toplumun yüzyıllardır tasavvufî irfanla şekillenmiş varoluşsal, ahlakî ve epistemolojik zeminini bir kalemde silmesinde yatar. 20. yüzyıl başının önemli düşünürlerinden Said Halim Paşa'ya göre, başka toplumlardan bilgi, kurum, kavram transferiyle kendi sorunlarını çözmeye çalışmak, bağlamsız bir işe koyulmakla aynı anlama gelecektir. Said Nursi ise Batı'dan bilimin alınması ancak Batılı yaşam tarzı ve Batı kültürünün reddedilmesi taraftarıydı. Sorgusuzca taklit edilen Batılı seküler (dünyevi) akıl ve kurumlar, sadece hukuki, politik ve ekonomik bir model değil; varoluşun, yaşamı anlamlandırmanın ve toplumsal ilişkilenmelerin bir başka yoluydu ve kendi öz deneyim ve felsefemizden vazgeçmeyi gerektiriyordu. Sezai Karakoç bunu Batıcı moderniteye karşı metafizik temelli bir "diriliş" çağrısıyla, Vahdettin Işık ise modern spekülatif bilginin ve seküler rasyonalitenin Kur'an'ın rehberliğinin yerini alması eleştirisiyle formüle eder.
İşte bu nedenle, halkçılık ve devletçilik ilkelerinin gerçek anlamda hayat bulamamasının ardında, sadece siyasi-ekonomik hatalar değil; aynı zamanda, halkın manevî zihniyet dünyası ile Kemalist devrimin dayattığı seküler akıl arasındaki bu derin ontolojik ve epistemolojik uçurum yatar. Laikliğin, dini kamusal alandan çıkarmanın ötesinde, toplumu onun bütüncül felsefesinden koparan bir araç olarak uygulanması, devrimi giderek halktan soyutlanmış, köksüz bir üstyapı reformu haline getirmiştir.
Bir Varoluş Sorusu Olarak Dış Politika
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş miti, "istiklâl-i tam" ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Ancak Soğuk Savaş'ın katı jeopolitik gerçekleri, bu ilkeyi, güvenliğini Batı ittifakına, özellikle de NATO'ya emanet eden bir "bağımlı özerklik" paradoksuna sürüklemiştir. 1990'larla birlikte Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Türkî cumhuriyetlerin ortaya çıkışı, Türkiye'ye hem tarihsel hem kültürel bağlarla ilişkili yeni bir stratejik hinterland sunarken, aynı zamanda temel bir soruyu da beraberinde getirdi: Coğrafî ve tarihsel olarak Avrasya'nın merkezinde yer alan bir ülke, siyasî ve güvenlik kimliğini neden yalnızca Atlantik'in "güney kanadı" olarak tanımlasın?
Bu sorgulama, 2000'li yılların başında sadece entelektüel çevrelerle sınırlı kalmadı; devletin en üst karar organlarında somut bir dile büründü. 2002'de dönemin Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın, Türkiye'nin AB ve NATO alternatiflerini araması ve Rusya ve İran'a yönelmesi gerektiğini ifade etmesi, bu anlamda bir kırılma noktasıydı. Kılınç'ın sözleri, sadece bir generalin kişisel görüşü değil, devlet aygıtının derinliklerinde mayalanan ve Batı ile ilişkilerde hissedilen hayal kırıklığı, çifte standart algısı ve özgüven artışının dışavurumuydu. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu da tek bir güç odağına bağlanmaktan kaçınan, çeşitli aktörler arasında denge kurarak varlığını sürdürmeye çalışan çok yönlü bir diplomasi geleneği inşa etmişti. Dolayısıyla, son dönemdeki "çok boyutlu dış politika" ve Atlantik dışı bölgelere yönelik açılımlar, Türkiye'nin "kendine özgü" bağımsız bir müttefik pozisyonunu koruma çabası ve değişen küresel konjonktür karşısında bu kadim devlet geleneğinin bir devamıdır.
Türkiye'nin 21. yüzyıldaki dönüşümünü dört temel eksende inceleyeceğim: (1) Tarihsel ve fikrî arka planın güncel politikalar için nasıl bir zemin hazırladığı; (2) Stratejik özerklik ve çok vektörlülüğün somut tezahürleri; (3) Bu dönüşümün iç politikadaki yansımaları; (4) Ve nihayetinde, bu sürecin devrimci bir nitelik taşıyıp taşımadığına dair felsefî bir sorgulama.
Tarihsel ve Fikrî Zeminde Bu Dönüşümün Kökleri
Türkiye'nin Batı ile ilişkisi, başlangıçtan itibaren "stratejik ortaklık" ile "varoluşsal tedirginlik" arasında gidip gelen ikili bir doğaya sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk'ün "Batılılaşma" projesi, bir kültürel teslimiyet değil, teknolojik ve kurumsal modernleşme yoluyla devletin egemenliğini ve bağımsızlığını güçlendirme çabasıydı. Soğuk Savaş döneminde NATO üyeliği bu bağımsızlığı korumanın jeostratejik bedeli olarak görüldü. Ancak, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası uygulanan ABD silah ambargosu gibi olaylar, ittifak içindeki kırılganlığı ve koşullu güvenliği acı bir şekilde gösterdi. Bu tarihsel deneyim, Türk devlet aklında, güvenliğin nihai teminatının dış ittifaklar değil, iç kapasite olduğuna dair inancı pekiştirdi.
2000'lerin başı, bu inancın teorik çerçevesi (Avrasyacılık) ile pratik jeopolitik konjonktürünün (Çin'in yükselişi, Rusya'nın toparlanması, Büyük Durgunluk, AB'nin genişleme yorgunluğu) kesiştiği bir dönem oldu. 2004'te İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen "Avrasya Ekseninde Türk-Rus-Çin-İran İlişkileri" başlıklı sempozyum, akademik ve stratejik çevrelerde bu yöndeki arayışın somut bir göstergesiydi. Bu düşünce geleneğinde, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) sadece bir güvenlik forumu değil, Türkiye'nin tarihsel ve kültürel aidiyet hissettiği, Batı-dışı bir küresel düzen alternatifinin nüvesi olarak görülmeye başlandı. Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek gibi isimler, ŞİÖ'yü Türkî cumhuriyetleri bir araya getirebilecek bir "Türk-Rus-Çin ittifakı" olarak tanımlamaya başladı. Bugün ise bu fikir MHP lideri Devlet Bahçeli'nin 2025 gündemine oturdu.
Bu fikrî dönüşüm, ekonomik ve güvenlik pragmatizmi ile beslendi. AB ile ticaretin toplam hacim içindeki payının 2003'te %55'ten 2014'te %40'a gerilemesi, Doğu'ya yönelmenin sadece ideolojik değil, maddi bir temeli olduğunu da gösterdi. NATO müttefikleriyle Suriye, Mısır, PKK/YPG, 2013 Gezi Parkı, 2016 Darbe Girişimi ve FETÖ/PDY olaylarındaki görüş ayrılıkları, Türkiye'nin Batı nezdindeki "güvenilir ortak" imajını sorgulatırken, Ankara'nın manevra alanını genişletme ihtiyacını artırdı. Bu ortamda, stratejik özerklik kavramı, sadece askeri bir doktrin değil, kapsayıcı bir devlet varoluş stratejisi haline geldi.
Stratejik Özerklik ve Çok Vektörlülüğün Somut Tezahürleri
Türkiye'nin post-Atlantik arayışı, retorikten öte, sonuçları ittifak dinamiklerini yeniden şekillendiren somut kararlarla hayata geçirildi. Bu gelişmeleri, birbiriyle bağlantılı dört temel vektörde inceleyeceğim: savunma sanayii, uzay, enerji jeopolitiği ve kurumsal alternatiflerle entegrasyon.
- Savunma Sanayii Ekosistemi
2013'te Çin'den HQ-9 hava savunma sistemi alımı kararı ve 2019'da Rusya'dan S-400 sistemlerinin tedariği, Türkiye'nin savunma politikasındaki dönüm noktasının sembolü haline geldi. Bu hamleler, sadece teknik satın alımlar değil, NATO'nun teknolojik ekosistemine ve siyasî sadakat anlayışına meydan okuyan köklü bir egemenlik beyanıydı. ABD'nin F-35 programından çıkarma yaptırımına rağmen kararlılıkla sürdürülen bu süreç, Ankara'nın kendi güvenlik risk değerlendirmesini önceliklendirdiğini ve Batı'nın koşullu teknoloji transfer politikalarına artık bağımlı olmayacağını tüm dünyaya gösterdi. Bu dış kaynaklı sistemler, aynı zamanda millî savunma sanayii için güçlü bir katalizör işlevi gördü.
Bu ivmeyle birlikte Türkiye, havadan karaya, denizden uzaya uzanan geniş bir yelpazede "istiklâl-i tam" hedefini somutlayan bir dizi projeyi hayata geçirmeye başladı. Bu projeler, artık tek tek silah sistemleri olmaktan çıkarak, birbiriyle entegre çalışan bir ulusal savunma ekosisteminin temel taşları haline geldi. Bu dönüşümün en çarpıcı başarıları, insansız hava araçları (İHA) alanında yaşandı. Türk havacılık tarihinde havada kalma ve irtifa rekorlarını kıran, Baykar'ın geliştirdiği Bayraktar TB2 SİHA (ilk uçuş 2009), 30'u aşkın ülkeye ihracatıyla sadece bir ticari başarı değil; aynı zamanda, küresel savunma pazarının geleneksel merkezler dışında güvenilir alternatiflere olan ihtiyacının ve Türkiye'nin de bu ihtiyacı karşılayacak kapasite ve stratejik etkiye sahip olduğunun somut bir göstergesidir. Daha ileri teknoloji ürünü Bayraktar KIZILELMA (ilk uçuş 2022) ve AKINCI (ilk uçuş 2019), millî radar ve füze sistemleriyle donatılarak "insansız savaş uçağı" kavramını yeniden tanımlarken, TUSAŞ AKSUNGUR (ilk uçuş 2019) ve ANKA (ilk uçuş 2010) gibi sistemler keşif ve taarruz kabiliyetlerini tamamlıyor. İnsanlı havacılıkta ise, beşinci nesil savaş uçağı TUSAŞ KAAN (ilk uçuş 2024) ile gökyüzündeki geleceğini şekillendiren Türkiye, HÜRJET (ilk uçuş 2023) ve HÜRKUŞ (ilk uçuş 2013) eğitim uçaklarıyla pilot yetiştirme kapasitesini millîleştiriyor. TUSAŞ T625 GÖKBEY (ilk uçuş 2018) ve T129 ATAK (ilk uçuş 2009) helikopterleri de hava kuvvetlerinin çok yönlü gücüne katkı sağlıyor.
Kara kuvvetlerinin omurgasını ise ASELSAN tarafından geliştirilen üçüncü nesil ve üzeri ALTAY Ana Muharebe Tankı oluşturuyor. 2023'te TSK'ya teslim edilerek test sürecine başlayan bu millî tank adını Kurtuluş Savaşı komutanlarından Fahrettin Altay'dan almıştır. Ekim 2025'te faaliyete geçen üretim tesisi BMC, dünyanın en büyük beş ve Avrupa'nın en büyük üç yeni nesil tank ve zırhlı araç fabrikasından biri konumuna yerleşti. Taktik Tekerlekli Zırhlı Araçlar Projesi kapsamında 2019'da envantere girem BMC VURAN, 2025 yılının ilk günlerinde yerli motorla (TUNA) TSK’ya teslim edildi. Türkiye’yi mayın ve zırh koruması, ateş gücü ve hareket yetenekleriyle dünyada bu kabiliyete sahip iki ülkeden biri konumuna taşıyan FNSS ZAHA, 2023 itibariyle hizmettedir. Ejder Yalçın, Leopard 2A4, Silah Taşıyıcı Araçlar projelerinin yanı sıra, Kaplan, Boğaç, Demirhan, Alkar, Ertuğrul gibi çok sayıda insansız kara aracı (İKA) projesiyle Türk ordusunun karadaki vurucu gücü ve taktik esnekliği artırılıyor.
Denizlerde ise "Mavi Vatan" doktrininin somut gücü olan TCG ANADOLU amfibi hücum gemisi, 2023'te TSK'nın en büyük savaş gemisi olarak envantere girdi. Bu gemi, üzerinde 10 helikopter veya 50 SİHA konuşlanma kapasitesi ve tam teşekküllü hastanesiyle yüzer bir üs görevi görüyor. Muharip unsurların ve yüzer birliklerin, helikopter yakıtı dâhil olmak üzere en az dört geminin ikmal maddeleri bütünlemesini denizde ikmal yöntemi ile gerçekleştirmek üzere tasarlanan TCG-Derya 2024'te hizmete girdi. Türk Deniz Kuvvetleri'nde ALBATROS, MİR, SANCAR, ULAQ gibi insansız deniz araçları (İDA) öne çıkan diğer projeler arasındadır. Bunlara ek olarak, Türkiye Savunma Bakanlığı Kasım 2025'te "Çelik Kubbe" çok katmanlı hava savunma sisteminin bir parçası olarak TF-2000 hava savunma muhribinin ilk bloğunun ve Aralık 2025'te ilk millî denizaltı MİLDEN'in ilk test bloğunun inşasına başlandığını açıkladı.
Tüm bu gelişmeler, ekonomik ve endüstriyel büyümeyi de beraberinde getirdi. Bugün sektörde 100 bine yakın kişi istihdam ediliyor ve 3.500'ü aşkın firma, %82'ye varan yerlilik oranlarıyla 1.400'den fazla projede çalışıyor. 2024'te ASELSAN, TUSAŞ, ROKETSAN, MKE ve ASFAT dünyanın en büyük 100 savunma şirketi arasına girmeyi başardı. Savunma ihracatı 2024'te bir önceki yıla göre %29 artışla 7.2 milyar dolara, 2025'in ilk dokuz ayında ise %39'luk bir sıçramayla 6 milyar dolara ulaştı. Bu başarılı tablo, Türkiye'yi savunma ihracatında dünyada 11. sıraya yükseltti. Ancak bu parlak gelişmeler, saldırılardan da muaf değil. Ekim 2024'te PKK tarafından TUSAŞ tesislerine düzenlenen ve 5 kişinin hayatını kaybettiği saldırı, bu millî yürüyüşün önündeki riskleri ve engelleri de hatırlatıyor. Tüm bu adımlar, Türkiye'nin salt bir "teknoloji alıcısı" olmaktan çıkıp, "teknoloji geliştiren ve ihraç eden" bir güç olma yolundaki kararlılığının somut kanıtlarıdır.
- Uzay
Türkiye'nin uzaydaki ilerleyişi de kurumsal bir temelden başlayıp somut teknolojik yeteneklere ve küresel stratejik vizyona evrilen bir süreçtir. Bu süreç, devletin stratejik özerklik arayışının yeni ve en ileri cephesini temsil eder. Türkiye'nin uzaydaki yolculuğunun resmi dönüm noktası, 2018'de Türkiye Uzay Ajansı'nın (TUA) kurulmasıdır. Ajans'ın Millî Uzay Programı kapsamındaki en iddialı hedeflerinden biri, 2028 yılına kadar Ay'a yumuşak iniş gerçekleştirerek bir gezgin araç ile bilimsel veri toplamaktır. TUA Eski Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım'ın ifadesiyle, bu hedef "Türkiye için devrim niteliğinde" bir adımdır ve ancak millî bir roket motorunun uzayda ateşlenmesi gibi bir dizi karmaşık teknolojik halkanın tamamlanmasıyla mümkün olacaktır. Bu kapsamda, 2024'te Ankara'nın Beypazarı ilçesindeki Tekke Dağı Tabiat Parkı'nda, astronomi araştırmaları ve eğitimi için önemli bir merkez olma potansiyeli taşıyan Türkiye'nin ilk döner kubbeli uzay gözlemevi faaliyete geçti.
Bu millî girişimler, küresel uzay camiasındaki iddialı adımlarla desteklenmektedir. En somut göstergesi, 2026'da Antalya'nın 77. Uluslararası Uzay Kongresi'ne (IAC) ev sahipliği yapacak olmasıdır. NASA, ESA, SpaceX gibi dünya devlerinin katıldığı bu prestijli kongre, Türkiye'nin uzay vizyonunu uluslararası arenaya taşıması için tarihî bir fırsat olarak görülmektedir. Türkiye, daha önce IAC 2022'de Ay hedefini duyurmuştu. Türkiye’nin ayrıca, Çin ve Rusya'nın öncülük ettiği uluslararası bir Ay araştırma istasyonu projesine katılmak için başvuran ilk NATO üyesi olması, geleneksel Batı merkezli uzay iş birliklerinin dışında alternatif ortaklıklar geliştirdiğini göstermektedir.
Bağımsızlık arayışının en somut adımlarından biri ise, tam bağımsız bir uzay erişim kapısı kazanma planıdır. Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar'ın Aralık 2025'teki açıklamasına göre, Somali'nin Hint Okyanusu kıyısında tahsis edilen 900 km²'lik bir alanda bir uzay üssü kurulması planlanmaktadır. Ekvatora yakınlığı sayesinde daha verimli fırlatmalara olanak tanıyacak bu üs, Türkiye'nin uzay erişim maliyetlerini düşürecek ve millî uydu programları ile Ay hedefi için kritik bir altyapı oluşturacaktır. Bu bağımsız erişim çabası, aynı zamanda özel sektörün de ivme kazandığı bir alandır. Baykar'ın kurucusu Selçuk Bayraktar tarafından hayata geçirilen Fergani Uzay Teknolojileri, millî mühendislik kabiliyetiyle geliştirdiği FGN-100-d2 uydusunu, Kasım 2025'te ABD'den uzaya göndererek Konumlandırma Takım Uydu Projesi'nin ikinci adımını başarıyla tamamladı.
Tüm bu hamlelerin merkezinde, GPS gibi mevcut küresel sistemlere bağımlılığı sona erdirme hedefi yatmaktadır. Bu kapsamda, Türkiye'nin kendi millî küresel konumlama sistemi Uluğ Bey üzerinde çalıştığı açıklandı. Bu sistem, sivil navigasyondan askeri operasyonlara kadar her alanda tam bağımsızlık anlamına gelmektedir. Türkiye'nin, kısa sürede kurumsal bir temelden somut teknolojik hedeflere ve küresel bir stratejik vizyona evrilen uzay programı, 21. yüzyıldaki stratejik özerklik anlayışının Dünya'nın ötesine uzandığının kanıtıdır.
- Enerji Jeopolitiği
Türkiye'nin enerji diplomasisi, coğrafî konumunu bir "köprü" olmaktan çıkarıp, jeopolitik ve jeoekonomik bağımsız bir "merkez" olma iddiasına dönüştüren temel stratejilerinden biridir. Bu hedef, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC), Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP) ve TürkAkım gibi somut mega projelerle hayat bulmaktadır. Bu hatlar, Türkiye'yi sadece bir transit güzergah değil, aynı zamanda Batı'nın enerji arz güvenliği ile Doğu'nun kaynaklarının pazara erişimi arasında vazgeçilmez bir denge ve güven unsuru haline getirmiştir. Özellikle 2018'de faaliyete başlayan TürkAkım, Rus gazını Avrupa'ya taşıyarak Ukrayna üzerindeki geleneksel bağımlılığa alternatif oluştururken, Türkiye'yi Rusya ile Avrupa arasındaki enerji diplomasisinde kilit bir aktör konumuna yükseltmiştir.
Bu geleneksel hatlara ek olarak, enerjinin yanı sıra demiryolu bağlantıları ve dijital altyapıyı da kapsayan, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ile uyumlu Orta Koridor vizyonu, Türkiye'yi Asya ile Avrupa arasında bir lojistik ve ticaret merkezi olarak konumlandırmaktadır. Diğer yandan, Türkiye'nin 2025'te "stratejik ortak" statüsü kazandığı, Baltık, Adriyatik ve Karadeniz'i birbirine bağlayan Üç Deniz Girişimi ise Batı'ya, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa'ya açılan bir diğer kritik kapıdır. Kuzey-güney ekseninde Türkiye'ye yeni bir rol biçen bu girişim, Avrupa'nın enerji ve lojistik ağında kalıcı bir aktör olma hedefini de pekiştirmektedir.
Doğu Akdeniz'de ise durum farklı bir boyut kazanıyor. 2019'da GKRY, İsrail, Mısır ve Yunanistan bir araya gelerek Doğu Akdeniz Gaz Forumu (EGF)'nu oluşturdu. Bugün ise Filistin, Fransa, İtalya, Lübnan ve Ürdün'ün asil üye, AB, ABD ve Dünya Bankası Grubu'nun ise gözlemci üye olarak katılımıyla genişlemiştir. Bu bloklaşmanın dışında bırakılan Türkiye, bu duruma hem askerî-diplomatik hamlelerle (deniz yetki alanı anlaşmazlıkları, Libya ile mutabakat, Mısır ile askerî tatbikat gibi) hem de yeni ortaklık arayışlarıyla cevap vermektedir. 2025'te gerçekleştirilen İtalya-Libya-Türkiye İşbirliği Zirvesi'nde enerji iş birliklerinin gündeme gelmesi ve 2024'te İspanya ile imzalanan Enerji Dönüşümü Mutabakat Zaptı, Türkiye'nin geleneksel kalıpların dışına çıkarak bölgedeki konumunu güçlendirme çabasının örneklerini teşkil etmektedir.
Tüm bu dışa dönük hamlelerin arka planında, uzun vadede enerji bağımsızlığını derinleştirecek içsel bir dönüşüm yer almaktadır. 2025 itibarıyla kurulu gücün %60'tan fazlasını yenilenebilir kaynaklardan elde eden Türkiye, 2035 Yenilenebilir Enerji Yol Haritası ile şu an payı %30 olan güneş ve rüzgâr kapasitesini dört katına çıkarmayı hedefliyor. Bu iç kapasite artışı, dış politikadaki pazarlık gücünü ve manevra alanını besleyen hayati bir dayanak noktasıdır. Sonuç olarak, geleneksel boru hatları ve yeni lojistik koridorlarla fiziki bağlantılar kuran, çok taraflı platformlarla diplomatik ağlar ören ve yerli yeşil enerjiyle geleceği şekillendiren Türkiye, enerjiyi 21. yüzyıldaki stratejik özerklik arayışının en temel ve somut araçlarından biri olarak ustalıkla kullanmaktadır.
- Kurumsal Çok Taraflılık
Türkiye'nin kurumsal çok taraflılık stratejisi, geleneksel Batı merkezli ittifakların dışında manevra alanı yaratmayı, alternatif diplomasi platformları inşa etmeyi ve Türk dünyasında liderlik iddiasını pekiştirmeyi hedefler. Bu kapsamlı yaklaşım, iç siyasette "bağımsız dış politika" söylemini beslerken, dış politikada Batı'ya göreceli özerklik sağlayan ve yumuşak güç projeksiyonunu güçlendiren bir araç işlevi görür. SETA'nın 2025 analizinde de altı çizildiği üzere, Ankara belirsizleşen küresel ortamda stratejik özerkliğini korumak için hem Batılı hem de Batı-dışı aktörlerle esnek bir ilişki ağı sürdürmekte, güvenlik ve ekonomik dirençliliği önceleyen karşılıklı çıkar odaklı bir hat izlemektedir.
Bu politikanın en sembolik adımları, Batı-dışı çok kutupluluğun önemli temsilcileri olan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS ile kurulan yakın ilişkilerdir. Belarus, Çin, Hindistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan, Rusya ve Tacikistan'ın üyeleri olduğu ŞİÖ'ye Türkiye, 2012'de "diyalog ortağı" statüsüyle katıldı. Bu ilişki, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Ağustos 2025'teki ŞİÖ Tianjin Zirvesi'ne katılımıyla üst düzeye taşındı. Bu diplomatik yakınlaşma, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın, Eylül 2025'te Beijing'te düzenlenen Zafer Günü kapsamındaki askeri geçit törenine katılımı ile pekişti. Benzer bir stratejik yaklaşımla, Birleşik Arap Emirlikleri, Brezilya, Çin, Endonezya, Etiyopya, Güney Afrika, Hindistan, İran, Mısır ve Rusya'nın üyeleri olduğu BRICS'in 2018 zirvesine, Cumhurbaşkanı Erdoğan nezdinde katılım sağlandı. Ekonomik ortaklıklarını çeşitlendirme ve farklı coğrafyalarda etkisini artırma hedefiyle Türkiye, 2024'te BRICS'e tam üyelik için başvuruda bulundu. Bu başvuru, diğer on iki aday ülkeyle birlikte "ortak ülke" statüsü teklifi ile sonuçlandı.
Stratejinin bir diğer ayağı, tarihsel ve kültürel bağlara dayalı kurumsallaşmadır. 1969'da 57 İslam ülkesini çatısı altında toplayan İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC), 1985'te İran, Pakistan ve Türkiye tarafından kurulan ve bugün Orta Asya devletleri ve Afganistan'ın da üye olduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) ve temelleri 1992'de atılan ve 2009'da kurulan Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) gibi yapılar aracılığıyla Türkiye, gönül coğrafyalarındaki etkisini kurumsal olarak pekiştirmektedir. Askeri işbirliği boyutunda, 2013'te Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan tarafından kurulan ve merkezi Ankara'da bulunan Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilatı (TAKM) öne çıkar.
Bu kurumsallaşma çabası, 2005'te başlatılan Afrika açılımı ile taçlanır. Bu sürecin en somut adımı, 2008'de Afrika Birliği (AfB) ile düzenlenen ilk zirve ve Türkiye'nin birlik nezdinde "stratejik ortak" kabul edilmesiydi. 2021'e gelindiğinde, III. Türkiye-Afrika Ortaklık Zirvesi "Birlikte Kalkınma ve Refah için Güçlendirilmiş Ortaklık" temasıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ev sahipliğinde gerçekleştirildi. İlişkilerin derinleşmesi, diplomatik varlığın yaygınlaşmasında açıkça görüldü. Türkiye'nin kıtadaki büyükelçilik sayısı 2002'de 12 iken günümüzde 44'e ve Ankara'daki Afrika büyükelçiliklerinin sayısı 2008'de 10 iken 38'e yükseldi. Bu diplomatik altyapı, iki taraf arasındaki ticaret hacminin 2003'te 5,4 milyar dolardan 2024'te 36,5 milyar dolar seviyesine taşınmasını beraberinde getirdi.
Tüm bu hamleler, Türkiye'nin uluslararası sistemde tek bir kutba bağlı kalmayan, çok katmanlı ve çok yönlü bir dış politika izlediğini göstermektedir. Türkiye, 2026'da Uluslararası Uzay Kongresi (IAC), COP31 İklim Zirvesi, Türk Dünyası Zirvesi, NATO Zirvesi ve OECD Beceriler Zirvesi gibi kritik uluslararası toplantılara ev sahipliği yaparak bu küresel profilini daha da perçinleyecektir. SETA 2025 raporunun da işaret ettiği gibi, bu çok boyutlu ortaklıklar ve zirve diplomasisi, Türkiye'yi bölgesel çatışmalarda arabuluculuk rolü üstlenen istikrar sağlayıcı bir aktör olarak konumlandırmakta ve stratejik özerklik arayışının diplomatik kanıtını teşkil etmektedir.
Dönüşümün İç Siyasetteki Yansımaları
Türkiye'nin savunma, uzay, enerji ve diplomatik alanlardaki stratejik genişlemesi, derin bir iç siyasi dönüşümün ve çatışmanın motoru olarak da işlev görmektedir. Bu dış politika hamleleri, içeride iktidarın "yeni Türkiye" ve "tam bağımsızlık" vizyonunun somut kanıtları olarak sunulurken, muhalefet ve Atlantikçi seçkinler tarafından "demokratik normlardan ve geleneksel Batı ittifaklarından tehlikeli bir sapma" olarak çerçevelenmektedir. S-400 alımı, Çin ve Rusya ile derinleşen askeri-teknolojik işbirliği ile Afrika ve Asya'daki etki alanı genişlemesi, bu kutuplaşmanın ana eksenini oluşturur. İktidar, bu politikaları "ulusal irade" ve "jeopolitik özerklik" mücadelesinin zaferleri olarak kutlarken, muhalefet kanadı bunları "otoriterleşme, yargı bağımsızlığının aşınması ve Batı ile ilişkilerin gereksiz yere riske atılması" olarak eleştirmektedir. Bu durum, dış politikanın içerideki meşruiyet savaşlarının en keskin cephesi haline gelmesine yol açmıştır.
Bu gerilimin en somut tezahürü, Mart 2025'te eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması, CHP'li on altı belediyeye yönelik yolsuzluk operasyonları ve yargılanma sürecinde yaşanıyor. Suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve yönetme, rüşvet alma ve verme, ihaleye fesat karıştırma, kamu kurum ve kuruluşlarını dolandırma, kişisel verilerin ele geçirilmesi ve yayılması, vergi usul kanununa ve çevre mevzuatına aykırı fiiller, zincirleme şekilde resmi belgede sahtecilik suçlamalarıyla tutuklu yargılanan İmamoğlu, 8 Aralık 2025'teki duruşmasında mahkemenin sorularını yanıtlamaktan kaçınan tutumu ve hakime karşı sorgulayıcı tavrıyla dikkat çekti: "Tüm dosyada bu mu dikkatinizi çekti, hakim bey? Çok kötü bir giriş yaptınız. Bende önyargı oluşmaz ama ilk sorunuz bu olmamalıydı. Size tavsiyem, soruları sormadan önce iyi düşünmeniz, hakim bey." 11 Aralık 2025 günü Foreign Affairs dergisinde yayımlanan yazısında ise bu süreci, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi hayatta kalma mücadelesi", "kendisinin cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenme davası" ve "Türkiye demokrasisine yönelik bir saldırı" olarak nitelendirdi. Mahkemedeki tutumu ve yazısındaki "adalet sistemi artık bağımsız hareket etmiyor" ve "bürokrasi yetkinliğini, diplomasi de disiplinini kaybetti" şeklindeki iddiaları, toplumun bir kesiminde yargı sistemine güveni sarsmaktadır.
Daha da çarpıcı olan, İmamoğlu'nun, Türkiye'nin dış politika dönüşümünün kalbindeki S-400 alımları, NATO'daki veto süreçleri ve Rusya-Çin ile derinleşen ilişkilere getirdiği eleştiriler ve Türkiye'nin transatlantik ittifakın 'güvenilir' bir üyesi olması için getirdiği önerilerdi. Böylece, dış politikadaki stratejik özerklik odaklı Avrasyacı dönüşüm, iç siyasette Atlantikçi kanat nezdinde sadece bir güvenlik riski değil, aynı zamanda Cumhuriyet'in geleneksel Batı yönelimli kimliğini aşındıran bir rejim tehdidi olarak çerçevelendi. Geleneksel Atlantikçi çizgisini net bir şekilde pekiştiren İmamoğlu, Türkiye'nin dönüşümüne karşı statükocu bir pozisyon olarak okunabilecek bir direnişle tarihe kazındı.
Sonuç olarak, Türkiye'nin dışarıdaki stratejik özerklik arayışı, içeride kaçınılmaz bir kimlik ve meşruiyet savaşına dönüştü. Bu süreç, 20. yüzyıldaki "Batıcı-laik" ile "muhafazakar-İslamcı" kamplaşmalarının, 21. yüzyılda "statükocu-Atlantikçi" ve "yenilikçi-Avrasyacı" jeopolitik aidiyetler etrafında yeniden şekillenmesidir. Dış politikadaki her hamle –ister bir füze savunma sistemi alımı, ister bir boru hattı anlaşması, ister bir uzay üssü projesi olsun– iç siyasette bu aidiyetler üzerinden okunmakta ve siyasi mücadelenin malzemesi haline getirilmektedir. Bu nedenle, Türkiye'nin küresel sistemdeki yükselişi ve dengeleri değiştiren hamleleri, aynı zamanda içerideki siyasi gerilimleri de beslemekte ve dönüştürmektedir.
Tartışma:
Bu Kansız Bir Devrimdir?
"Türkiye Yüzyılı" ile yaşanan bu dönüşümü varoluş ve özgürleşme mücadelesi verdiğimiz "kansız bir devrim" olarak görüyorum. Ancak bu devrim, geleneksel devrim imgelemimizdeki sokak çatışmaları, devrim mahkemeleri veya toplumsal katliamlarla değil; modern tarihte örneği nadir görülen, somut, yapıcı ve kurumsal araçlarla köklerle yeniden bağ kuran, tarihsel hafızayı canlandıran ve onu geleceğe taşıyan bir iradedir. Afrika ile bin yıllık tarihi bağları hatırlamak, Orta Koridor ile kadim İpek Yolu’nu diriltmek, üretimde dışa bağımlılıktan enerji ve savunmada stratejik özerkliğe doğru yol almak, bu dirilişin ekonomik ve jeopolitik yansımalarıdır. Geçmişte Nuri Demirağ ve Vecihi Hürkuş gibi öncülerin bürokratik engellerle karşılaşan cesur girişimleri, bugün Millî Teknoloji Hamlesi ile tüm sektörlere yayılan bir gelenek olarak yeniden canlanmaktadır.
Bu kansız devrimin araçları projeler, diplomasi ve ekonomik entegrasyonlardır. Savunma sanayiinde TB2'den KAAN'a, uzayda Uluğ Bey'den Ay hedefine, enerjide TürkAkım'dan Orta Koridora, diplomaside Türk Devletleri Teşkilatı'ndan Şanghay İşbirliği Örgütü'ne somutlaşan bu hamleler, bir üstyapı değişikliğinden ziyade, Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında uluslararası sistemdeki ontolojik konumunu Batı sisteminin bir parçası ve bu sistem içinde yükselmeye çalışan bir "talip" olmaktan, birden fazla sistemle etkileşim halinde olan, bu sistemler arasında köprü kuran ve nihayetinde kendi sistemini inşa eden bağımsız bir "merkez" kurma eğilimini yansıtmaktadır. Devrimin, şiddetle değil, jeopolitik gerçekçilik, teknolojik özgüven ve stratejik sabırla yol aldığına tanıklık ediyoruz.
Bu kansız devrimin ayırt edici ve güçlü yanı, beslendiği kültürel ve tarihsel kaynakların derinliğinde yatar. İki temel eleştiriye cevap niteliğindedir: Bir yandan, Kemalist devrimin "yarım" bıraktığı sosyoekonomik bağımsızlık ve kalkınma projesini tamamlama iddiasındadır. Diğer yandan, Kemalist devrimin toplumun manevi ve kültürel kodlarından kopukluğu eleştirisini, bu dönüşümü İslami tasavvufun şekillendirdiği bir toplumsal ruha —sabır, tedrîcîlik, hoşgörü ve bütüncüllük erdemlerine— dayandırarak aşmaktadır. Bu, sekülerleşme adına geleneği topyekûn reddeden jakoben bir kopuş değil, geleneği dönüştürerek ve güncelleyerek içeren bir sürekliliktir. Nihai hedef, 20. yüzyılın sert ikiliklerini (Batı-Doğu, sağ-sol, modern-geleneksel) aşan, kendi medeniyet birikiminden beslenen özgün bir modernite inşasıdır. KAAN, HÜRKUŞ, ALTAY, Uluğ Bey, Fergani ve dahası, isimleri ile kolektif bilinçaltına kazınmış bir kimlik kodunun, Batı’nın tek tipçi modernleşme kalıplarına karşı direnişi ve öze dönüşünün simgeleridir.
Dolayısıyla bu süreç, tarihsel derinliği 100 yılla sınırlı bir hesaplaşmanın ötesine uzanır. 8000 yıllık bir medeniyet havzasının mirasçısı olan Türkiye, bu uzun tarihten sadece hamasi bir gurur değil, bir öğrenme ve uyum sağlama kapasitesi devşirmektedir. Devrim, ne bu kadim geleneği koru koruna muhafaza etmekte, ne de 20. yüzyılın hatalarıyla yüzleşmekten kaçınmaktadır. Aksine, her ikisinden de ders alarak, devlet aklını ve toplumsal enerjiyi, "istiklâl-i tam" idealini küresel bir ölçekte hayata geçirebilecek yeni araçlarla donatmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin "kansız devrimi", çok kutuplu bir dünyada gelenek ile modernite, özerklik ile iş birliği, ulusal çıkar ile evrensel sorumluluk arasında üçüncü bir yol arayışının canlı bir laboratuvarıdır. Bu deneyim, nihayetinde şu temel soruyu sormamızı gerektirir: Bu köklü ama barışçıl dönüşüm, bir asrın kapanıp yenisinin açıldığı tamamlanmış bir devrim midir, yoksa içeride karşı devrimle ve dışarıda dirençlerle mücadele eden, henüz tamamlanmakta olan uzun soluklu bir süreç mi?
Tüm büyük dönüşümler gibi, bu devrim de toplumun bir kesimindeki direnişle yüzleşmek zorundadır. Bugün karşı karşıya olduğumuz şey, katı bir statükoculuğu temsil eden "seküler terör"dür. CHP’nin bugün temsil ettiği siyasî hat, ironik bir şekilde, Kemalist devrimin 20. yüzyılda “yarım” kalmasına yol açan zihniyetin devamıdır. Tıpkı o dönemde olduğu gibi, bu çizgi halkın gerçek sorunlarına nüfuz etmekten uzak, köylüyü ve emekçiyi kendi haline bırakıp, köhneleşmiş kurumlara ve dış merkezlere bağımlı bir "eşraf" zihniyetini yansıtmaktadır. İmamoğlu’nun yargılanma sürecindeki sözleri ve yazısındaki ithamları, bu zihniyetin dış politikadaki tezahürüdür: Türkiye’nin Rusya ve Çin ile stratejik işbirliğini eleştirmek, NATO eksenine sıkı sıkıya bağlılığı savunmak, ülkenin stratejik özerklik adımlarını bir "risk" olarak görmek... Bu tutum, Atatürk’ün "istiklâl-i tam" ruhunu özümseyememiş, onu sadece Batı’ya eklemlenme olarak okuyan ve bu nedenle derinlikten yoksun sömürgeci bir zihniyetin dışavurumudur. Türk tarihi bağlamında, Atlantikçilik gericidir; çünkü taklitçidir, bağımlı kılar ve kendi öz kaynaklarına yabancılaştırır. Avrasyacılık ise yenilikçidir; çünkü öze dönüştür, kendi sorunlarına kendi tarihsel birikimi ve coğrafi gerçekleri içinde çözüm üretir, stratejik özerklik vizyonu vardır ve iman ve özgüvenden beslenir.
Peki, bu "kansız devrim" nihayetinde neye işaret ediyor? Türkiye’nin uyanışı, sadece Türk milletinin değil, tüm medeniyetin umududur. Bu, gönül coğrafyamız Orta Asya’nın, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız Mezopotamya, Arap, Fars, Hint, Balkan, Kafkas ve Afrika halklarının da diriliş çağrısıdır. Daha da ötesi, Atlantik merkezli, sömürgeci, çevreyi ve insanı metalaştıran, ataerkil ve kapitalist modernite tarafından çürütülen tüm dünyanın alternatif arayışına bir cevap, bir umut ışığıdır. Yeni Zelanda’daki Maori halkının, Danimarka'nın Grönlandlı ailelerden koparttığı çocukların, Kanada yerlileri Inuitlerin ve daha nicesinin kimlik ve özgürlük mücadeleleri, özünde Türkiye’nin verdiği mücadeleyle aynı eksendedir: Özüne dönmek, sömürgeci dayatmaları ve bilgi sistemlerini reddetmek ve kendi kaderini tayin etmek. Aslında en çok da robotlaştırılmış, özünden koparılmış Batı insanının ta kendisi için bir umuttur...
Mete Han’ın, "Sınırımız yok bizim, durma noktamız yok. Gök, çadırımız; güneş, bayrağımızdır" sözü, bugün sadece Türk milleti için değil, bu küresel özgürleşme idealinin peşindeki herkes için geçerlidir. "Türkiye Yüzyılı" vizyonu dünyaya yeni bir yol haritası sunmaktadır: Kendi olarak, özgür ve onurlu bir şekilde var olmanın yolunu. Soru şudur: Bu yolda
Seninle mi? Sana Rağmen mi?
... Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler...
A'râf Suresi 179. ayet
Kaynakça
- Africa Union (2013) Agenda 2063: The Africa We Want.
- Beylur, S., Zhanaltay, Z., Hanayi, O. and Khitakunov, A. (2022) Tarihi İpek Yolunun Yeniden Canlandırılmasında Orta Koridor. Ahmet Yesevi Üniversitesi.
- Kalkan, D. (2025) Savunma Sanayisinde Millî Teknoloji Hamlesi: Ankara İli Örneği.
- SETA (2025) SETA Güvenlik Radarı: 2025’te Türkiye'nin Jeopolitik Ortamı. SETA Yayınları.
- Sune, E. (2024) The Eurasian form of Internationalisation and Turkey’s Chinese Model. Globalizations. 21:4, 667-683.
- T.C. Cumhurbaşkanlığı (tarih yok) Türkiye Yüzyılı.
- T.C. Cumhurbaşkanlığı (2025) Köklerden Ufuklara Türk Savunma Sanayisinin Yükseliş Hikâyesi. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Yayınları.
- T.C. Cumhurbaşkanlığı (2023) On İkinci Kalkınma Planı: 2024-2028. Strateji ve Bütçe Başkanlığı.
- T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (2024) Enerji Dönüşümü: Yenilenebilir Enerji 2035.
- Türkiye Uzay Ajansı (2022) Millî Uzay Programı Strateji Belgesi: 2022-2030. T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı.
- Yeşiltaş, M. (20 Ocak 2025) Türkiye’s foreign and security policies in 2025. SETA.