33: Göçebe Manifestosu

33: Göçebe Manifestosu
Photo by Fadhil Abhimantra / Unsplash

Bugün, otuz üç yıl önce, aynalarla örülmüş bir dünyaya doğmuşum:
Köklerimin çarpıtıldığı, kadim kültürümün başkaları için bir kukla gösterisine dönüştürüldüğü bir dünya.
Bedenimse, üzerinde savaşların sürdüğü bir toprak parçasıydı.
Yıllarca avuçlarımı cama dayayıp yansımaları gökyüzü sandım.
Ama kanımdaki tufan —o göçebe nabız— beni aynaların taklit edemeyeceği ufuklara sürükledi.
O ufuklarda tek bir gerçeği aradım:
Kimse izlemezken ben kimdim?
Tüm kostümler yandığında geriye ne kalır?

Gördüm ki onların düzeni, kralların ve lordların hükmettiği kitleleri yücelten bir propaganda makinesinden ibaret. Kadınları görünmez işkence hücrelerinde terbiye ederler: işyerlerindeki gaslighting labirentlerinde, akıl hastanelerinin sarı duvar kağıtlarında,* ilerleme adı verilen nazik sadizmin kıskacında. Burada yaşam dedikleri, çıkış ihtimalini dahi unutturan, altın kaplamalı bir hapishanedir. Nezaketin riyaya dönüştüğü, insanların haplarla ve ekranlarla uyuşturulduğu, daimi bir gözetim altında bir dünyadır tek bildikleri.

Ve dayatır:
bedenini sergilemek = özgürlük
bedenini paylaşmak = çağdaşlık
kapitalizme köle olmak = güçlülük
anneliği reddetmek = ilericilik

Tarihin parlak vitrini arkasında en tutsakları onlardır. Birbirlerinden korkan, dayanışmadan yoksun, sezgisiz ve sevgisiz — yüksek erişimli pasaportlar, sahte ayrıcalıklar ve her şeyde en iyi olma illüzyonları uğruna üstelik. Özgürlüğün bir ürün olduğuna, politika belgelerine sıkıştırılabileceğine, butiklerden satın alınabileceğine inandırılmışlardır. Bugün onların yazılı bile olmayan hukuk sistemleri mağduru suçlar, faili korur, yaralı ruhları yalnız bırakır. Bürokratik boşluklarda kaybolan çığlıklar, “yetkimiz değil” denilerek örtbas edilir. Ortaya çıkan ise adalet kisvesi giymiş bir zulümdür. Sonuçta kendilerini dünyanın en adil toplumları olarak pazarlarlar.

Örnek Vaka 1: Bürokratik Kara Delik
Bir kadın, işyerinde uğradığı cinsel tacizi bildirir.
İK, “iletişim sorunu” olarak niteler.
Polis, “medeni mesele” diyerek kenara çekilir.
İş mahkemeleri, ceza davası gibi kanıt ister ama soruşturma yetkisi yoktur.
Sonuç: şikayet buharlaşır, fail terfi eder.
Dosyalarda “çözülmemiş dava yok” görünür.

Örnek Vaka 2: Failin Korunması
Varlıklı bir adam karısını döver. Kadın yardım ister.
Polis, “eşinizin kariyerini mahvedersiniz” diye caydırır.
Hakim, kadını “dengesiz” bulup uzaklaştırma kararı verir.
Terapist, tepkisini “kişilik bozukluğu” olarak etiketler.
Sonuç: koca çocukları alır, kadın nafaka öder.
Mahkeme buna “adalet” der.

Örnek Vaka 3: Kurumsal Gaslighting
Bir çalışan, ölümlü ihlalleri ifşa eder.
OSHA, şirketi karının %0.0001'i kadar cezalandırır.
Medya, ihbarcıyı “sorunlu” biri olarak resmeder.
Avukatlar davayı tahkime gömer.
Sonuç: CEO “etik liderlik” üzerine seminer verir.
Ölüler unutulur.

Sömürgeci zihniyet önce bilinci ele geçirir. Eğitim kurumlarından medyaya, bilimden teknolojiye, tedarik zincirlerinden yayıncılığa, modadan pornoya, sinemadan müziğe tüm araçlarla topraklarımıza, ruhlarımıza sızar. Kendi normlarını evrensel ilan etmemizi, kendi köklerimizi inkar etmemizi ister. Türkleri "Ortadoğulu" diye damgalayıp, Türk kadınını "kurtarılması gereken mağdur" ilan ederek, kendi halklarının uyanışını engellemeyi hedefler. Zira devrime giden tüm yolları kapatmak, sömürünün temel kuralıdır.

Peki bu sistemin mimarları kim? İnsanlığı hem emekçi hem de tüketici olarak sömüren endüstrilerin patronları kim? “Toplumsal cinsiyet eşitliği” nutukları atıp kurumsal tapınaklarında erkek egemenliği sürdürenler kim? Fortune 500 CEO’larının %90’ı erkek değil mi? Ve bu erkekler, kadın çalışanlarından dört yüz kat fazla kazanmıyor mu? Elitler neden taşeron annelere para öder? Bu özgürlük değil, metalaşmış feminizmdir: kitleler için üretilmiş bir başka uyuşturucu, bir başka aldatmaca.

Oysa biz başka bir özgürlük hayalindeyiz!
Özgürlük aşktır:
İlah sevgisini en saf haliyle haykıran Rabia el-Adeviyye gibi.
Özgürlük direniştir:
Ticaret yapan ve kılıç kuşanan Anadolu bacıları gibi.
Özgürlük dayanışmadır:
Demir dağı döve döve eriten Ergenekon'un Bozkurt sürüsü gibi.
Özgürlük korkusuzluktur:
Kana doymayan düşmanını kanla doyuran Tomris Hatun gibi.
Özgürlük sınırsızlıktır:
Dünyalar arasında izinsiz gezen Altay kamları gibi.
Özgürlük oddur:
Atalarımızın bin yıllar önce yaktığı, kemiklerimizde taşıdığımız!

Sınırlar çizdiler, bürokrasi kurdular, “kalkınma” programları dayattılar.
Ama odumuz hiçbir duvar tanımaz.
Ne kadar üflerlerse, o kadar yalımlanırız!

Biz Orhun'un torunlarıyız — gök kubbe altında at sırtında yol alan, Tengri’nin yeliyle yol bulan anaların kızları.
Kafkasya'ya, Anadolu’ya, Balkanlara, Avrupa’nın gölgeli yollarına yayıldık; zaman bizi zincirlere vurmaya çalıştıysa da.
Bu mühendisliği yapılmış baskıya rağmen dizginlenmedik, tutsak olmadık.
Bilgeliğimiz ve sezgi dünyamızla irademize sahip çıktık.
Tarih bizi ordu kumandanları, ruhların şifacısı, alp kadınlar olarak kazıdı.

Atalarımın belleği, bugünkü coğrafi haritaların sınırlarını aşan pratiklerle nefes aldı. Kilise Jeanne d’Arc’ı yakıp, Engizisyon’la bilge kadınları katledip, “kadın ruhsuzdur” iddiasında bulunurken, atalarım İslam’la çoktan tanışmışlardı. Bugün bu kadim sentezin mirasçılarıyız: ağaçlara dileklerimizi sunmak, bebeğin kırkını uçurmak, sudan geçerken izin istemek, kurşun dökmek, ölüler için tören yatağı hazırlamak, Hıdırellez’de ateşin üzerinden atlamak, loğusa tuzu geleneğini yaşatmak — hepsi bizim gerçekliğimiz!

Otuz üçüncü döngüm rastgele değil; bu bir uyanış kapısı.
Aynalar çatladı, çünkü ruhum onlara asla sığmadı.
Sömürgeci zihniyet bizi gömmek istedi ama unuttular:
Biz tohumuz.
Hatırlamak, adlandırmak, toprağı kazmak yeter filiz açması için.

Sömürgecilik sadece çalınan altın değil; çalınan tarihtir de.

* The Yellow Wallpaper by Charlotte Perkins Gilman