Likya: Cennetin Kabuğu, Cehennemin Kökleri
Likya’nın kaymaktaşı tepeleri, geceyi yırtan yıldızlarla işlenmiş esrarlı bir maske takmıştı gökyüzüne. Her bir parıltı, masalsı diyarlardan düşmüş gümüş bir armağan gibi titreyerek serin havayı aydınlatıyor, geceyi ana rahmi sıcaklığında kucaklıyordu. Göğe yükselen mitlerin fısıltıları yankılanırken, ayakların bastığı kara toprakta unutulmuş bir gerçek kaynıyordu. Cenneti vaat eden bu manzara, dünyayı yalnızca güzel bir düş olarak gösteren bir yanılsamaydı özünde.
Bu maskenin ardında, antik taşların ruhuna işlenmiş sır, modern insanın “komün yaşam” diye haykırdığı oyuk bir çınara dönüşüyordu. Bir zamanlar Prometheus’un çaldığı ateşle yaktığı özgürlük meşalesini, düşüncenin kıyısından kaçan bu kalabalıklar, kendi karanlığını aydınlatmak için değil, komşusunun gözünü boyamak için sallıyordu. Yıldız rüyalarından gözlerini kaçıran insan, Sisyphos’un artık taşını bile yuvarlayamadığı bu düzende, “pozitiflik” adı verilen renkli bir sisin içinde, kendi kabuğuna çekilmiş, yalnız birer mahkuma dönüşmüştü.
Bu ışıltılı yanılsamanın ardında, Arendt’in kötülüğün sıradanlığının bir başka tezahürü yükseliyordu. Yaşanan, şeytani bir dehanın ürünü değil, sıradan insanın düşünme eyleminden vazgeçmesinin kaçınılmaz sonucuydu. “Pozitif olma” arzusu, tüm eleştirel düşünceyi örten bir perde işlevi görüyordu. İşte bu düşünsel ataletin toprağında; özünü yitirmiş, inançsız, sevgisiz ve yabancılaşmış her türlü zihniyet tomurcuklanıyordu. Burada; nefret, öfke ve sınırsız bencillik, “özgürlük” kılığına bürünmüştü. Bu durum, kamusal alanın çözülüşü, insan olmanın temel koşulu olan birlikte düşünme ve tartışma olanağının yitirilmesi demekti. Geriye, her biri kendi yalıtılmış hücresine çekilmiş, metalaşmış ve tek kullanımlık ilişkilerin soğuk evreninde yalnızlaşmış bedenler kalmıştı.
Bu sahte cennet, geçmişi katı bir ütopya olarak tahayyül eden ve onu yeniden inşa etmeye kalkan, Boym’un restoratif nostaljisiyle besleniyordu. Kayıp bir altın çağın hayali, eleştiriye kapalı, öteki sesin “negatiflik” olarak damgalandığı kalın duvarlı bir kaleye dönüşmüştü. Bu nostalji türü, geçmişi olduğu gibi değil, “olması gerektiği gibi” donmuş bir tablo halinde sunar ve onu geri getirme ihtirası, totaliter eğilimlerin tohumlarını atar. İşletme sahibinin herkesi gözetleyen kulübesi, bu hayali cennetin bekçi kulesiydi. Farklı olan, farklı düşünen ve “dışarıdan” gelen her şey bu mitik düzeni tehdit ediyordu. Onların nostaljik ütopyası, ancak mutlak bir uyum içinde soluk alabiliyordu; bu yüzden en ufak bir eleştiri hattı, en küçük bir farklılık, en doğal sınır çizgisi dahi en büyük tehdit olarak kodlanıyordu.
Peki ya "pozitifi arzulamak"? Bu, belki de en incelikli tuzaktı. Bu arzu, gerçekliğin çamurlu, karmaşık, acılı toprağından bir kaçıştı. Yaratıcı gücün ve masumiyetin değil, bir uyuşturucunun peşinde koşmaktı. Arendt'in işaret ettiği gibi, insanlık durumu gerçekliktir. Gerçekliğin reddi ise, dünyaya ve onun sorumluluklarına sırt çevirmektir. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı, bu kaçışın en sıradan ifadesiydi. Oysa özgürlük, tam da o “yılan”la, yani dünyanın olumsuzlukları, çatışmaları ve başkalarının farklılığıyla yüzleşme cesaretinde gizliydi.
Nihayetinde bu deneyim, bir “ben olma” sınavıydı. Konuşmamın, üslubumun, hayat görüşümün karşılık bulamamasının sebebi, restoratif nostaljinin dayattığı donmuş kalıba girmeyi reddetmemdi. Bu reddiye, başlangıçta bir yalnızlık getirse de, sonunda özgürleştiren şeydi de. İşte burada, insanı ayakta tutan, Arendt’in deyimiyle o düşünmenin içsel, sessiz diyaloğuydu. Başkalarının zehirli sözleri artık içe işlemiyor, bu içsel diyaloğun oluşturduğu koruyucu katmandan sıyrılarak düşüp gidiyorsa, bunun nedeni, kendi varlığını artık başkalarının biçtiği rolde görmeyi reddetmekti.
Belki de Likya topraklarına sinen o ikili koku, insanlık durumumuzun ta kendisiydi: bir yanda gökyüzünü süsleyen yıldızların işaret ettiği saf ve kutsal olan; diğer yanda yeryüzündeki insanın kendi elleriyle inşa ettiği cehennemler.
Gerçek özgürlük, hiçbir “cennet”in üyesi olmamakta yatıyor olabilir. Tıpkı Arendt'in dünyayı sevmek ve Boym'un düşünsel nostalji ile kastettiği gibi, dünyanın kusurlu gerçekliğini olduğu gibi kabul edip, ona eleştirel bir sevgiyle bağlanmak ve tam da onun içinde kendi anlamımızı inşa etme cesaretini göstermektir.
Çünkü nihai yolculuk, dışarıda aranan bir ütopyaya değil, içeride keşfedilen o sessiz düşünme diyaloğuna çıkılandır. Ve orada, ne bir pişmanlık ne de arzulanan bir pozitiflik, yalnızca masumiyetle var olmanın huzuru vardır.